Evrendeki her şeyin çelişkiden itibaren var ve yok olduğunu yadsımak, görmemezlikten gelmek, veya eğer “bilimle” iştigal ediyorlarsa kabullenmek zorunda kalmak (nesnellik prensibine uygun olarak), ama olguları ve süreçleri tanımlarken böyle bir durum ve prensip yokmuş gibi tanımlamak ve tasnif etmek, bizim “orta sınıf” olarak tanımladığımız toplumsal guruptan olanların olaylara bakışını ve yorumlayışını kimlikleyen tipik bir özelliktir. Bu durum, özellikle de taraflı olmaktan tasarruf edilemeyecek olan toplumsal bilimler alanında, olaylara sermeye sınıfının veya işçi sınıfının dünya görüşü açısından bakanlar için böyle değildir. Onlar, belli bir tarife girecek kadar nitelik kazanmışlardır da ondan.
Oysaki başlıca özelliği nitelik kazanmaya çalışmak (nitelik sahibi olmak değil!) olan orta sınıf gerçekte sadece bireylerden oluşmaktadır. Toplumsal bir bütünün atomları olmalarına rağmen toplumsallaşamamışlardır. Nasıl toplumsallaşsınlar? İki başlıca nitelik oluşturan ve böylece iki toplumsallık biçimi arasındaki sınır bölgesinde, kâh birisinin tarlasına kâh diğerinin merasına dökülen tohumları toplayarak varlığını sürdüren tavuklara benzemektedirler. Akşam olup da kendilerine ayrılan kümeslerde tünediklerinde, onlar için önemli olan kursaklarının ne kadar şişkin olduğudur. Bütün orta sınıf bireylerinin bildiği tek şeyin “sayı saymak” olmuş olmasının sırrı buradadır. Nitelikten bunca uzak ama niceliğe bunca yakın olmalarının sırrı da…
Yanlış anlaşılmasın, burada bir “apandiste” misali tarifi kolay olmayan bir organ gibi bir şey olan “orta sınıf” bilmecesini çözmeye çalışmayacağız. Bunu, artık daha şimdiden altı parçalık bir günlük teşkil eden “Corona Günlükleri” adını verdiğimiz yazı dizisinde birçok fırsatta anlatmaya çalıştık2. Oradan bilgi sahibi olunabilir. Geçmişte işçi sınıfının mücadelesine tıpkı bir parazit gibi yapışan ve bu mücadeleden 2. Dünya Savaşından sonra yükselen sınıf mücadelesi sayesinde maddi manevi büyük komisyonlar alan bu “orta tabaka”nın üyeleri, günümüzde özellikle de “Ulus-Devletlerin çökertilmesiyle birlikte kendi varlıklarını tehlikede hissetmeye başlamış bulunmaktadırlar. Küreselleşen sermaye tarafından uzun yıllar özellikle de bürokratik yapı içinde uzun yıllar kullanıldıktan sonra “fazlalık” gibi görülmeye başlanarak büyük ölçüde dışlanmışlardır. Küreselleşme ve buna bağlı olarak yeni tipte iş organizasyonları, onların demografik varlığını gereksiz kılmış ve “katli vacip” olanlar listesine kaydetmiştir.
Bu durumda, toplumsal ilişkilerinde sadece düşey bir hareketlilikten (hiyerarşik üste çıkma) yana bu tür “orta tabaka” bireysellikleri, normal zamanlarda aklına bile getirmek istemedikleri ve bütün şuur altlarını şekillendiren bir korkuyla baş başa bırakılmışlardır. Orta tabakayı orta tabaka yapan bu korku, günü gelip de “işçi sınıfının yolunu tutmak zorunda olmak” korkusudur! İşte bu yüzdendir ki üniversiteye giriş imtihanının sonucunu bekleyen lise talebeleri gibi sürekli bir bekleyiş ve stres altında bulunmaktadırlar.
Covid-19 pandemisi, kronik bir yok olma korkusu içinde olan bu kesimin (belli toplumsal bir nitelikten yoksun olan bireyin tipik bir ruh halidir bu!) bireylerinin içine düştükleri derin stres halini bir üst seviyeye taşımış, “ne olursa olsun tavır almak, harekete geçmek gerekli!” gibi bir zaruret içinde bulunmaktadır. Biz, içeriğinden ve meseleyi ortaya koyuş tarzından yola çıkarak bu yazımızın konusu olan bütün Dünya’dan 650 Üniversiteden 3000’den fazla bilim adamının imzasıyla yayınlanan “Manifestoyu” işte böylesi bir çabanın sonucu olarak değerlendiriyoruz. Şöyle ki, çok kabaca ifade edersek bu manifesto siyasi yörünge olarak yerleşik düzenin korunmasına çabalarken, diğer yandan, nesnel konumları icabı varlıkları emeklerinin karşılığında aldıkları ücretle ölçülen bu bireylerin “emek dünyasına” dönük iyileştirme (ama sadece yakın geçmişteki konuma geri dönüş anlamında) talepleri de bulunmaktadır. Kaybettikleri konumlarını yeniden kazanmak istemektedirler.
Bu yazımızda incelemeye alacağımız “Manifestonun” metninin, yeni kurulmakta olan “İlerici Enternasyonal” adlı küresel bir muhalefet odağının da Kuruluş Bildirgesi olma gibi bir niteliğinin olduğundan bahsedilmektedir. Yani kısa bir eleştirisini yapacağımız bu bildirge hakkında söyleyeceklerimiz, aynı zamanda “günümüzdeki muhalefetin niteliği” konusunu da kapsayacaktır. Böylece, bütün insanlığı yok etmeye kararlı bir tavır içe girmiş olan kapitalist sistemin temsilcisi sermayedarlar sınıfına karşı mücadelede “muhalefet” sorunu üzerine yürütülen tartışmalara da katkıda bulunmayı ummaktayız.
-I-
Bilim adamları adına ve onların bizzat kendileri tarafından kaleme alınmış olan bu Manifestoyu düşünce ve eylem planında bir yerlere oturtabilmek için, yazarların “gerçek” tanımının nasıl yapıldığını, dış dünyanın düzeni ile “gerçek” olarak tanımlanan şeyin arasındaki ilişkiyi nasıl kurmuş olduğunu aklımızda tutmamız gerekmektedir. Zira gözlem altına alacağımız metinin bütünü dikkatle incelendiğinde de gözlemleyebileceğimiz üzere, bilimin konusu ve amacı olan gerçekle “yerleşik düzen” arasında doğrudan bir ilişki mevcuttur. Bu ilişki kendisini ortaya serilen ürün üzerinden doğrudan dışa vuran kendiliğinden bir ilişki türüdür3. Bir bilim adamının genel olarak olaylara, özel olarak da toplumsal olaylara bakışını belirleyen, onun nesnesinin sınırlarını ve buluşlarının derinliğini tayin edecek olan, her durumda yerleşik siyasal ve ideolojik düzenin sınırlarını aşabilme kapasitesi kadar olacaktır. Bilimsel düşünme biçiminin sınırlarının diğer yandan kümülatif bir şekilde ilerleyen insan düşüncesinin eriştiği genel seviye tarafından belirlendiği doğrudur. Ancak bilimsel düşüncenin evrimi sürecinde seviyenin yerleşik siyasi ve toplumsal düzene tabi olduğu da doğrudur. O halde, bu kurucu prensip açısından baktığımızda “İlerici” olduğunu iddia eden manifesto bize neyi anlatmaktadır? Şimdi de buna bir göz atalım.
Aynı zamanda bir eylem çağrısı planı da olan “İlerici Manifesto”, kaleme alanları harekete geçiren şeyin “kriz” olduğunu belirterek başlıyor sözlerine: “Bu kriz bize neyi öğretti?”. Bu durumda bahsi geçen “kriz”in neyin krizi olduğu, failinin kimler veya neler olduğu, ne kadar süreceği, sonuçlarının neler olduğu, bu sonuçlardan kimin ne gibi zarar veya fayda gördüğü gibi sorular geliyor aklımıza. Ancak Yazarların bu sorularımıza, soruların talep ettiği açıklıkta cevaplar vermediğine şahit olmaktayız.
Evet, bahsi geçen krizin Covid-19 pandemisi ile başladığını, bir anlamda bu hastalığın kökü daha derinlere giden ekonomik ve siyasal yapılardaki kötüleşmenin doğurduğu krizi gözle görülür hale getirdiğini öğreniyoruz4. Dahası, doğada insan varlığı için çok önemli olan sağlık sektöründeki temelli aksaklıklarda da kendisini gösteren bu krizin sonuçlarının hayati önemde olduğu da söylenmekte. Ve hatta daha da ileri giderek Covid-19’un doğurduğu kriz halinin (Manifestoculara göre) başlıca üç kaynağına bağlı üç ana tespit de yapmaktadır: “İşyerlerinin işleyişinin demokratik olmayışı”, “çalışma eyleminin meta olarak kabul edilmesinin” yanlışlığı ve nihayet “çevresel sürdürülebilirlik” ilkesine kayıtsız kalınması.
Sayılan bu arazlara dayalı tespitler teker teker olgular olarak ele alınıp, bu tek tek olguların aralarında belli türde ilişkilerin sadece var olabileceği varsayılıyor gibi bir hava yaratılmış. Ancak, gerçekte olgular kendi başlarına kavramsal planda belli bir siyasi ve toplumsal derinliğe sahip olmuş olsalar da5, bu derinlik, metinde yaratılan tartışma düzeninde yüzeysel olgular gibi ortaya konulmakta ve çözüm yolları açısından kendi talihsiz kaderine terkedilmektedir. Kriz olayını ve ondan çıkış yollarını bu şekilde ele alış, olayları zaman-mekan (tarih-toplum) bütünlüğüne dayalı, üretimle siyaset, üretim ve siyasetle toplum arasındaki ilişkide insan türünün zaman içinde oluşumuna bağlı olarak alabileceği yeni varoluş biçimleri konusu, tartışma platformunun içine dahil edilmemektedir.
Daha da açıklıkla ifade etmek gerekirse, “İlerici Manifesto” yazarları ve onu onaylar görünen imzacılar “-mış gibi” yapmaktadırlar. Covid-19’un yarattığı kriz diye adlandırılan felaketin medikal düzlemine bağlı akıl yürüteceksek, sadece belli hastalık belirtileri tespit etmekte ve nedenini-ne içinini fazla kurcalamadan bu belirtileri ortadan kaldırmakla yetinmeye çalışmaktadırlar. Bu mevcut krizle yerleşik düzen altında kapitalist sistem tarafından şekillenen toplumsallık biçimi arasında bir bağın mevcut olduğu söz konusu bile edilmemektedir.
Özellikle Fransız siyaset ve toplum bilim yazınında ekonomik krize ilişkin çok keskin ve isabetli tespit ve eleştiriler yapılmasına rağmen, mevcut durumun kapitalizmle ilişkilendirmesinden kaçan araştırmacı ve düşünce adamlarına sıkça rastlanmaktadır6. Bu durum, “kapitalizm” kavramını krizin yarattığı sorunlarla ilişkilendirme konusunda kendisini oldukça sınırlı tutan Manifesto için de geçerlidir. Eldeki metinden kolaylıkla çıkarılabileceği üzere Manifestocular için gerçekte sadece tek bir toplum vardır, o da adı verilmemiş olsa da “kapitalist toplum”dur. Bu toplumun alternatifi olmadığından, krizden çıkmak ancak belirtilen üç noktada yapılacak eskiyi ikame eden yeni restorasyonlarla mümkün olabilecektir. Bizim yaptığımız türden yeniyi, yani kelimenin tam anlamıyla tarihteki biricik “insan toplumu” olma özelliğini taşıyan “komünist toplumu”, kriz sorununun çözümü olabileceğini tartışma konusu bile yapmak anlamsızdır. Hele de kapitalizmin “toplumsallaşma” eyleminin dışında rasyonel olarak örgütlenmiş “kurgusal gerçeği” maddi hayatın yerine liberal faşist diktatörlükler aracılığıyla empoze ettiğini ileri sürmek, düşünülemeyecek bir tespit yapmak olacaktır. Çünkü böylesi bir durum Manifestocuların olaylara bakış yöntemine, kapitalizmi reforme etmekle sınırlanacak olan siyasi hedefine tamamen aykırı bir şey olacaktır. Gerçek toplumsal çelişkileri belirleyen sermayedarlar ve işçi sınıfı karşı karşıya gelip savaşmaktadırlar. Orta sınıf mahsulü olanların yapmak istedikleri, tabiatı icabı zaten “demokratik” olduğu öngörülen mevcut kapitalist düzeni, ufak tefek rektifikasyonlarla “aslına uygun” hale getirmek olacaktır. Bu amaçları biricik “demokratik” düzenlerinin “işletilmiyor” diye yakındıkları üç noktada özetlenen arazları ileri sürüldüğünde de anlaşılmaktadır.
-II-
“İlerici” Manifesto yazarlarının yerleşik düzende düzeltilmesini talep ettikleri arazların başında, üretime “emek” vererek (daha doğrusu işgücünü satarak) katılan bireylerin “kaynak” olarak görülmesi gelmektedir. Onlara göre bu arazı düzeltmek için de ikinci Dünya Savaşından sonra gelişmiş sanayiye sahip bazı ülkelerde yaygın bir şekilde gerçekleştirildiği gibi, çalışanların sermayedarlarla birlikte işyerlerinde yönetici seçimi, yapılan yatırımlar ve elde edilen zenginliğin dağıtımı konusunda söz söyleme hakkının elde edilmesini önermektedirler. Ve bunun adı da “işyerini demokratikleştirmek” başlığı altında toplanmış!
Her ne kadar “Büyükannelerin ninnisi” gibi kulağa hoş gelse de baştan sona sorunlu olan bir önermeler ve öneriler dizisi ile karşı karşıya bulunmaktayız! “Sorunlu” olmasından da öte, mevcut düzene “trade-union” (-) ile bağlanmayı öngörmektedir yakın tarihte (örneğin özellikle Kuzey Avrupa’da) daha önce birçok yerde ve bir çok kez denenmiş olan ve gelinen yerde felaketin hazırlayıcılarından birisi olan bu gibi önerilerdir. Bırakalım kapitalist sistem altında köklü değişikler yaratmayı, mevcut durumu vaftiz suyuna batırır gibi kutsayarak daha da vahim bir hale getireceği şimdiden ortadadır, yanlışlığı ve iş görmezliği “Toplumsal İlerleme” dediğimiz dönemde sabitlenmiş önermelerin!
Ne demek “emeği” ve “emekçiyi” ekonomik faaliyette “kaynak” olmaktan çıkarmak? Hem de liberal faşist iktidarların çekip-çevirdiği kapitalist sistem altında! Emekçiye yapılabilecek en haince “ayı dostluğu” olurdu bu! Bırakalım karşı çıkmayı eğer böylesi mutlak kölelik anlamına gelen bir öneriyi doğadaki insan varlığını kapitalist sistemin ilelebet var olabileceği hale getirmek için yeni jenositler planlayan liberal faşist diktatörlükler, size mutlaka acilen “üstün başarı” madalyası takacak ve hatta sizi en sadık savunucuları olarak ekonomi ve çalışma bakanı yapacaklardır. Sizler böylesi bir büyük yanlışı yaparak, toplumda yaratılan bütün “ekonomik değerlerin” biricik yaratıcısının emekçi ve onun üretimde seferber olarak sarf ettiği işgücü olduğunu reddetmiş olmaktasınız. Sizler, “ekonomik değer yaratılması” faaliyetinin biricik öznesinin emekçinin bizzat kendisi olduğunu hali hazırda idrak edemeyecek durumda mısınız?
Peki, nedir sizin derdiniz? Neden “kaynak” lafına kafayı bunca takmış olmanız? Yoksa (en iyimser bir biçimde kabul edilebileceği durumda) itirazınız, eskinin eleman alımlarında faaliyet gösteren “Personel Servisi”nin son 30 kadar yıldan beri “İnsan Kaynakları Servisi” haline getirilerek, gerçekte modern gestapolar olan “managerlerin” üretim sürecinde iktidarı ele geçirmiş olması mı sizi onca rahatsız eden? Ne o yoksa sermayedarların her zaman yaptıkları sapıklıklardan (perversion) birisini yaparak, son derece olumlu anlama gelebilecek bir kavramı (emeğin zenginlik kaynağı olması), kendi haince insan türüne kastetme planlarının haline getirmiş olmalarına mı itirazınız? Eğer öyleyse sizi, itirazınızı topyekun isyana dönüştürmenize sonuna kadar katılıyoruz! Ancak bir şartımız var: Burada “İnsan Kaynakları Servisi” içinde anlamlandırılan “kaynak” kavramının “sermayenin kaynağı” olduğunu, bu kaynağın hiçbir şekilde insan toplumunun var olması için gerekli olan “ekonomik değer yaratımı” ile hiçbir ilişkisi olmadığını, laf kalabalığına ve kavram karışıklığına meydan vermeden açık ve seçik bir biçimde belirtmeniz gerekmektedir! Yani sermayedarlar sınıfının değer üretimi sürecinde bir kumarda ileri sürülen “rest” misali, kaynağından koparılmış bir kurgusal değer olarak ileri sürdüğü sermayenin, sadece ve sadece kan emici bir sistemin vazgeçilebilir bir sömürü aracı olduğunu, gerçek maddi hayatın karşısında ölümü temsil ettiğini belirtmenizi istiyoruz. Bunun dışında “emeğin kaynak olmaktan çıkarılması” öneriniz, bizim için sermayenin ekmeğine sürülen ballısından bir kaşık tereyağından başka hiçbir anlam taşımayacaktır.
Böylesi bir durumda, üretim sürecine katılmaktan, orada alınacak kararlara ortak olmaktan bahsediyor, bunu da “işyerini demokratikleştirme” olarak adlandırıyorsunuz. Siz, sermayenin hakimiyeti ve sermayenin sınırsız temerküzü olmadan var olamayacak olan kapitalist sistemin, günümüzde nesnel olarak bütün ekonomik değerlerin yaratıcısı üretim faaliyetinin öznesi emekçilerle, liberal faşist diktatörlükler altında alınan kararlara ortak olmanın mümkün olduğunu düşünüyorsunuz öyle mi? Bu projenin hayata geçirilmesi konusunda ileri sürdüğünüz tek argüman ise, cehenneme yol olan “iyi niyet” taşlarından başka “Kuzey Ülkelerinde, yarım asır kadar önce gerçekleşmiş olması. İyi ama sizin, “kapitalizmin varlığı ile insanlığın varlığının örtüşebileceği” önyargısına dayanan bu projenin neden gerçekleşmediği konusunda bizi öncelikle bilgilendirmeniz gerekmez miydi? Nasıl inanalım sizin içi boş olan ve “nalıncı keseri” gibi önü-sonu yerleşik düzene yontan “iyi niyet salatası” sözlerinize?
Söyleyelim: Günümüzdeki “kriz” başlığı altında toplanan sorunlara sizin baktığınız, “her şeye rağmen demokratik kapitalizm” gibi bir açıdan bakanlar için böyle bir işe girişmek, bir suçlunun göz göre göre kendi foyasını meydana çıkarmak anlamına gelecektir. Sadece bir “olgu tespiti” yapıp sermayedarların iktidarından lütuf dilenmenizin başlıca sebebi budur. Eğer geçmişe dönük bu tür bir bilanço yapmış olsaydınız, kapitalist sermayenin üretimde kilit bir konumda olduğunun kabulü (bu sermayenin temerküzünün değer sahibi olmak ve ekonomik faaliyete girişmenin de motoru olduğu anlamına gelir) ve buna bağlı olan katılımcı da olsa sınıf işbirliğine dayanan siyasi bir stratejinin küreselleşmeyi mümkün kıldığını görürdünüz. Tıpkı bu sınıf işbirliğinin Covid-19 felaketini fersah fersah aşan diğer felaketlerin (Çevre sorunu gibi) hazırlayıcısı olduğu cascavlak ortaya serileceğinde gerçeği bütün boyutlarıyla görmüş olabileceğiniz gibi…
Yakın tarihte sınıf işbirliğinin en bariz örneğini Almanya vermiştir. Sınıf işbirlikçisi sosyal demokrat parti ve sendikalar, “demokratik” olarak gördüğünüz sermaye ile gerdeğe girmenin doğal sonucu olarak kazanılmış bütün hakların geri iadesinin biricik destekçişi durumuna girmiş bulunmaktadır. Daha da kötüsü, Almanya, oluşturduğu siyasal parti ve işbirlikçi sendika modeliyle örneğin Fransa gibi geleneksel olarak sınıf mücadelesinin toplumsal ilişkilerin matrisi olduğu bir ülkeye de kötü örnek olmuştur. Doğrudan sermayenin uzantısı olan Fransız Sosyalist Partisi ve “sermayedarların sevgilisi” olmayı başarmış CFDT sendikasının yaptıkları, yerleşik liberal faşist iktidarın başa getirilmesi ve güçlendirilmesinde, “Alman modelini” uygulayarak büyük yıkımlar gerçekleştirmişlerdir.
Bu arada, emek-sermaye-sunulan hizmetler-“onurlu yaşam” gibi kavramlar yan yana getirilerek, nereye çekersen çek, nasıl anlarsan anla türünden son derece muğlak yeni bir “temel ihtiyaç” kavramı ileri sürülüyor. Manifestocuların koyuş biçiminden çıkarsak, işyerinin demokratikleştirilmesiyle amaçlanan çalışanın “temel ihtiyacının” karşılanması olacaktır. Çünkü emekçilerin Covid-19 felaketinde de görüldüğü gibi ölümü bile göze alarak çalışmaya gitmelerinin tek bir nedeni vardı; o da “temel ihtiyaçlarını karşılamak”.
Alın size yaratılmış bir kavram ve anlam kargaşası daha! Emek ve emekçi tanımının net bir şekilde yapılmadığı bu kargaşadan çıkan tek sonuç şu küstahça söylenmiş emeği-emekçiyi aşağılayıcı sonuç olmaktadır: Bir işçi veya en genel tabiriyle çalışanın varlığı sadece hayatta kalmak için gerekli ihtiyaçlara indirgenebilir. Diğer bir deyişle o hiçbir surette kapitalist üretim koşullarında, ekonomik ve toplumsal değerlerin yaratılmasında özne olamayacaktır. Kötü kullanılmaması gereken ve bir kullanım değeri taşıyıcısı olarak kıymet verilmesi gereken işgücü, netice itibariyle sadece bir nesneden, kapitalist pazarda alınıp-satılan bir metadan ibarettir.
Kanımızca onca laf kalabalığının, teskin ve taltif edici sözlerin ardında gerçekte kapitalist sistemin “gülümseyen yüzü” olarak pazarlanmakta olan başka bir proje yatmaktadır: “Revenu Universel” veya Türkiye’de görücüye çıkarıldığı biçimiyle “Vatandaşlık Geliri”. Burada bahis konusu olan üretime dayalı, yani ekonomik değer yaratıcısı olarak katılım biçimi, becerileri ve ulaştığı yeterlilik ne olursa olsun toplumsal özne-birey değil ama “fazlalık” olarak sayılıp işleme konulacağı daha bugünden belli olan 2. Sınıf olma gibi bir statüye sahip olan bir vatandaş veya insan olmaktadır. B. FRİOT’nun7 eseri dikkatle incelendiğinde bu proje ancak sermayedarların projesi olabilecektir. Bize göre ise ancak “sahte muhalefet” dediğimiz kesimin projesidir.
-III-
”İlerici Manifesto” yazarları, işin ve dolayısıyla işçinin statüsünün ne olup olmayacağı konusu ile ilgili bölümde şunları söylemektedir: “İşi, sadece hayali bir meta olarak kavramsallaştırmamalı ve yukarıda bahsedilenler gibi kararları tamamen “piyasa” dinamiklerine bırakmamalıyız.” Ve üstüne üstlük bir de tutup bu her harfi mayınlanmış önermeyi “İşi meta olmaktan çıkarmak” başlığı altında bütün insanlığın gözünü kamaştırabilecek parlaklıkta bir başlık altında sunmaktalar, hiç şüphesiz işçi sınıfının ve kaderini işçi sınıfının mücadelesine bağlamış bireylerin bu önermede gizlenmiş tuzakların farkına varmasını önlemek için! Daha bitmedi, tezgahta Covid-19 felaketinin su yüzüne çıkardığı, artık hiç kimsenin yok sayamayacağı gerçeklerin yardıma çağrılması da var: “Sağlık sektöründe istihdam ve acil durum teçhizatının ve servislerinin tedariki, yıllardır karlılık mantığı ile idare edilmektedir. …/…. Konu insanların ve gezegenin sağlığı olduğunda, karlılık mantığı, her şeye karar veren temel prensip olamaz.” Manifestonun bizi üzerinde yürüyerek “işin meta olmaktan çıktığı” güzellikler diyarına taşıyacağı vaat edilen güzergâh üzerindeki mayınları temizlemeye başlayabiliriz.
“İşi meta olmaktan çıkarmak” ama “sadece” azıcık çıkarmak yani sağlık sektörü üzerinden çıkarmak saçmalığı da ne demek oluyor öyle? Bir çalışanın emeği ile pazarda alınır-satılır olması, kendi yarattığı ürününe ve onunla birlikte kendi kendisine (ve ötekilere) yabancılaşması için ille de sağlık sektöründe istihdam edilmesi mi gerekmektedir? Ne yani, Manifestocular işçi sınıfına yeni tipte “aristokratik” bir hiyerarşi mi ikame etmek istiyorlar? O zaman neden “İşi meta olmaktan çıkarmak” gibi genel bir başlık atmış bulunmaktalar? Yoksa amaçları Covid-19 felaketinde en ön safta ve çok kötü şartlarda mücadele veren (bir kısmı bu yolda hayatını kaybeden) sağlık çalışanlarına “sadaka” dağıtır gibi gülünç bir prim verip tenekeden madalya takan Macron gibi meseleyi nedensellik zincirinden koparmak için timsah gözyaşları dökmek mi?
“İşi meta olmaktan çıkarmak”, Manifestocuların yarattığı kavram kargaşası içinde “gürültüye getirilmeyecek”, bir hokkabaz şapkasının altında kaybedilemeyecek kadar evrendeki bütün insan varlığını ilgilendirecek düzeyde önemli bir meseledir. Burada emeğin ve onunla birlikte bütün insanlığın kurtuluşu meselesiyle, diğer bir şekilde ifade etmek gerekirse, komünist toplumun ikamesi gündeme getirilmiş olmaktadır. Hal böyle olduğunda da tartışma Covid-19 krizinin etki sahasından çıkıp da genel olarak işyerlerinin hukuksal statüsü, aynı şekilde işçinin hukuksal statüsü ne olacaktır gibi bir düzleme taşındığında durum ne olacaktır? Anlaşılabileceği üzere, bu andan itibaren, tarihte genellikle siyasi devrimlerle çözülmüş sorun gündeme gelmektedir.
Bu durumda bizi sorunların kaynağına taşıyan soru bahsi geçen “toplumda üretim biçimi nasıldır?” sorusudur. Üretici güçlerin durumu ne alemdedir? Üretim araçlarının mülk edinme biçimi nasıldır? Çalışanların istihdamı, hukuksal statülerinin eşit olduğu8 halde bir Anayasal hak olarak garanti altına alınmış mıdır? Emekçinin, toplumdaki ekonomik değerlerin başlıca yaratıcısı olduğu hukuki kayıtlara geçmiş midir?
“İşi meta olmaktan çıkarmak” gibi bir konu üzerinde akıl yürütebilmek için sorulacak akla gelen bu sorulara cevabı ”Bernard FRİOT’nun çalışmalarında önemli ölçüde bulmaktayız9. Ekonomist ve Sosyolog olan Fransız araştırmacıya göre, bahsedilen hedefe başlamak için Fransa’da 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan karma hükümetin Komünist Bakanının çıkardığı bir sosyal güvenlik yasasıyla önemli bir ön adım atılmış bulunmaktadır. Araştırmacıya göre sorunu çözmenin esas meselesi, sermayenin işçi ücretlerinden kesilecek olan parayı yatırıma dönüştürerek, ekonomiyi radikal bir biçimde, yani sadece rant peşinde koşan kapitalist sermayenin egemenliğinden kurtararak sosyalleştirmek gerekmektedir. Toplumsal yatırım sermayesine katılan emekçi bu durumda becerisi oranında ve 18 yaşından itibaren “ömür boyu ücret” sahibi olacaktır.
Bunun yanında ilave etmemiz gerekirse “işin meta olmaktan çıkarılmasını” mümkün hale getiren dış şartların (ki bu komünist toplumdan başka bir şer değildir!) olması için bireyin becerilerinin bütün ömrü boyunca belirli bir sınıra tabi olmayacak şekilde arttırılmasının önündeki bütün engellerin kaldırılması gerekmektedir. Bunların başında bütün temel ihtiyaç maddelerinin ve servislerin bütün herkese bedava olarak sağlanması ve ortalama çalışma süresinin her teknik ve bilimsel gelişmeye bağlı olarak sürekli bir şekilde düşürülmesi gerekecektir. Böylece, tek yanlı olarak kapitalist sistemin hakimiyeti altında anlamsız bir “toplumsal ilerleme” denilen çıkmazdan kurtulacak ve bireylerin tekrar toplumsal faaliyete geri dönecek olan bireysel gelişiminin önündeki bütün engeller ortadan kaldırılmış olacaktır.
-IV-
Manifestocular bize “Çevresel Sürdürülebilirlik”ten yana olduklarını ilan etmektedirler. Yine baştan beri yapageldikleri gibi “sadece” diyerek çevresel sürdürülebilirlik (Fransızlar buna “developpement durable” yani “sürdürülebilir gelişme” demekteler) dedikleri üretim ve tüketim tarzına kapitalizmi de ortak ettikten sonra10, mevcut durumda yeni türde bir enerji tüketimi düzenlemesi yapılırsa, %73’e kadar enerji tasarrufu yapılabileceğini bildirmektedirler. Böylece çevrenin korunması anlamında ekonomik faaliyet alanında temelli bir adım atılmış olacağını ileri sürmektedirler. Sözlerinin başında 2008 krizinden bahsettikten sonra, “finans sektörlerinin koşulsuz kurtarılmasının” kamu borcunun derinleştirilmesinden başka “çevresel sürdürebilirlik” açısından ekonomiye faydasının olmadığına işaret etmektedirler. Onlara göre önerdikleri, “şirketleri demokratikleştirmek, işi meta olmaktan çıkarmak ve insanı ve emeğini sadece bir “kaynak” olarak görmekten vazgeçmek” gibi tedbirler hayata geçirilmediği taktirde, Covid-19 pandemisi ile başlayan felaketin sonunda da değişen hiçbir şey olmayacaktır…
İlkönce manifestonun metinindeki kavram kargaşalığına bir de olgu kargaşalığı katan, muğlak mı muğlak, yanlış mı yanlış bir tespiti düzeltmeyle işe başlamamız gerekmektedir. Metinde bahsedilen ve kapitalizmin son nefes alış-verişlerinden birisi olan ekonomik kriz ile, Covid-19 pandemisinin yarattığı, geçici ekonomik sonuçları da olsa gerçekte medikal olan kriz asla birbirlerine karıştırılmamalıdır. Kapitalizmin toplumsal bir sistem olarak ölümün derinliklerine bir adım daha yaklaştığının resmi olan ve yaratacağı yıkım, Covid-19’ununkiyle karşılaştırıldığında astronomik ölçekte fazla olan ekonomik krizin tabiatı çok ama çok başkadır. Sermayedarlar sınıfının sistemleşmiş bir şekilde insan toplumuna hakimiyetini simgeleyen kapitalizm, tarihin mahkum ettiği bir toplumsal sistemin varoluş biçimi olup, kendi tabiatına uygun krizlerle tarihin çöplüğüne atılmaya hazırlanmaktadır. Oysaki Covid-19 pandemisinin başlangıcı her ne kadar siyasi ve askeri bazı nedenlere geri götürülse de medikal içeriklidir.
Bunun yanında kapitalistlerin iktidarlarının bu pandemiyi kendi amaçları doğrultusunda enstrümantalleştirdikleri de doğru bir tespit olacaktır. Bu “alet etme” olayı iki şekilde gerçekleştirilmektedir. Birincisinde kapitalistler bunu kendi krizlerinin tabiatını gizlemek ve krizden etkilenip başkaldıran emekçi kitleleri yanıltmak üzere hedef şaşırtmak için yapmaktadır. Böylece sistem aklanmış ve canlı bir varlık olarak dahi kabul edilmeyen virüs ve pandemi sırasında, “ev hapsine” uymayıp da paşa paşa ölümü beklemeyi kabullenmeyenler “günah keçisi” ilan edilmiş olacak, isyancıların saldırıları da böylece savuşturulmuş olacaktır. Bir ikinci neden, belli şartlarda öldürücü olan Covid-19 virüsünün, bütün insanlığı uygulayacağı jenosider saldırılarla kendi ömrünü uzatmak için elverişli şartların yaratılmasında yok etme aracı olarak kullanmak şeklindedir. Yaşadığımız üç aylık deneyimin de gösterdiği gibi (Fransa şartlarında aleni bir biçimde) “işe yaramaz”, “fazlalık”, “topluma yük” olarak görülüp gösterilen yaşlı ve sakatlardan oluşan nüfus ölenlerin arasında ezici bir çoğunluk oluşturmaktadır.
Kapitalizmin, tarihsel olarak ölüme mahkum olmuş bir sistem olarak “çevre sorunlarına” yaklaşımı, Covid-19 pandemisine yaklaşımından farklı değildir. Ekonomik faaliyetinin başlıca amacının sınırsız sermaye birikimi olan kapitalizm, kendisi için varoluşsal bir mesele olan bu projesini, kendi tabiatına uygun olarak son derece rasyonel bir biçimde ve artık Ulus-Devlet sınırlarının ötesinde “küresel” diye adlandırdığımız bir biçimde yerine getirmektedirler. Bunu yaparken, kapitalist sistem içinde başka türlü davranmaları mümkün olmadığı, yani gelinen tarihsel aşamada bütün varlıkları (ama ölümleri de) buna bağlı olduğu için yapmaktadırlar. Kainattaki insan varlığının ekonomik alanın bu “rasyonalistleri” (zihin faaliyetini oldulardan koparma anlamında) için zerrece önemi yoktur; daha doğrusu ancak ve ancak kendi varlığına alet edebildiği zaman ve oranda önemi bulunmaktadır. Bu durumda sermayedarlarla herhangi bir davranış ve proje değişikliğinde bulunmak üzere masaya oturmak için harekete geçirildiğinde revolverin masada hazır tutulması gerekmektedir. Oysaki bizim “sahte muhaliften” başka bir şey olamayacakları daha bugünden belli olan Manifestocularımız, sonuç alınamayacağı bilinmesine rağmen kapitalistlerle masaya oturmaya çağırmaktadırlar.
Kapitalizm artık kalıcı değil ama gidicidir. O kadar gidicidir ki artık varlığını idame ettirebilmek için liberal faşist diktatörlüklerle kendi canını ancak koruyabilmektedir. Bu demektir ki, onun artık reforme edilebilecek hiçbir yanı kalmamıştır. Pratik olarak ölü bir vücuda sahip olması da bundandır. Dolayısıyla, ölü bir vücuda sahip olduğundan içine nüfuz ettiği ve kendi değiştirilemez kaderine göre yönlendirdiği İnsan Toplumunu da kendi yarattığı ölüm boşluğu olan kara deliğe11 çekmektedir. Kapitalizmin varlığı önkoşulunda hiçbir inisiyatifin başarıya ulaşamayacağı ortada olan bir konudur.
-VI-
Sonuç olarak “İlerici Manifesto” yazarları ortaya büyük siyasi ve toplumsal hedefler koymuş olsa da, yakından bakıldığında son derece muğlak, büyük idealleri bir kaşık suda boğan, kimin için yazıldığı, hangi tarafı tuttuğu, hangi sınıfı desteklediği net bir şekilde ortaya koyulmamış, nedeni-ne içini belirtilmemiş, bütün harekete geçme nedeni olarak ileri sürdükleri “kriz” kavramının tam bir tanımı ve kapitalizmden tam olarak ne anladıkları da dahil olmak üzere net bir şekilde ortaya konulmamış bir metin yayınlamışlardır.
Bütün bu muğlaklıklar, ileri sürülen “asil” (aslında göz boyamacı) hedeflere rağmen, insanlığın daha önce bilinenler içinde belki de en ölümcülü olan içinde bulunduğumuz kriz halinden çıkış konusunda izlenmesi gereken yöntem de en az o kadar muğlaktır. Dolayısıyla yenilgiyi daha bugünden hazırladığı oranda felaketli sonuçları da daha bugünden hazırlamaya önayak olma durumundadır. Şöyle ki; Manifestoda “mağdur” durumda olanlar daha çok “çalışanlar”, yani işçi sınıfıdır. Ancak bütün metinde işçi sınıfının bütün Dünyada yürüttüğü mücadelelerin, genel tabiriyle sınıf mücadelelerinin emaresi bile yoktur. Oysaki sadece Fransa’da bile bir yıldan fazla süren bir isyan hareketi deneyi yaşanmış bulunmaktadır.
Aslında sınıf mücadelelerinden bahsetmemekle metindeki kavramlara ve olguların tanımlanmalarına dair genel muğlaklık birbirini tamamlayan iki büyük yanlıştır. Nedeni ise şeylerin ve süreçlerin tanımında toplumda var olan çelişkilerin hareket noktası olarak elealınmamış olmasıdır. Olaylara za mansallık boyutu katılmadan ve dolayısıyla çözüm boyutu getiren diyalektik düşüncenin başlangıç noktası olan mevcut olan çelişkilerin sürekli mücadelesinin gerçekliği açısından bakılmamış olması, aslında felaketin kaynağı olan kapitalizm ile bir kopuşun, düşünce ve eylem alanından dışlanması ile at başı gitmektedir.
Manifestoda sınıflar karikatürel bir biçimde şöyle temsil edilmektedir: Son derece fedakar ve emre amade, ücretinin tam karşılığını almamış bile olsa canını vererek hizmet etmekte berdevam olan “sağlık çalışanlarının” şahsında “edilgen” duruşuyla göze batan işçi sınıfı ve “astığı astık” ve insanı ve doğayı sömürerek var olan ve “dominan” durumdaki kapitalist sınıf. Bu iki sınıfı karşı karşıya getirdiklerinde Manifesto yazarları sadece ihtiyaç sahibi olup da talepte bulunan çalışanlar, nihayetinde en iyi durumda bile aşırı soygunda soyulana bağışta bulunur gibi insafa gelmesi umut edilen sermaye sahipleri. Çizilen bu profiller bizi Manifesto yazarlarının korkularının kaynağı konusunda sorgulamaktadırlar: Onların motivasyonları sakın isyan haline geçen işçi sınıfının gazabından çöplük yoluna düşmüş sermaye sınıfını kurtarma operasyonu olmasın?
Çözüm olarak bizim önerimiz “Sahte Muhalefete” yakışan bu Manifestoda biçilen konumları ve tarihsel akışı değiştirmek olacaktır. Bizler icazet dilenen bir emekçi yığınlarında yana değil ama biricik muktedir olan işçi sınıfından yanayız. Bu yüzdendir ki sermaye sınıfı ile her türlü işbirliğine dayalı ilişkiyi reddediyoruz. Sonu başa getirerek, liberal faşist zorbalığa dönüşen kapitalist sınıfın hakimiyetine derhal son verilmesini savunmaktayız.
Yaşasın bütün Dünyanın emekçilerinin dayanışması ve mücadelesi!
Yaşasın Komünizm!
1 Bahsi geçen “Manifesto” büyün Dünyaya yayılmış 650 Üniversiteden 3000’den fazla bilim adamının imzasını taşımaktadır. Türkiye’de Cumhuriyet Gazetesi 9 Haziran 2020 tarihli sayısında bu Manifestonun metnini yayınlamıştır.
2 Bu yazılar Kuzgun Portal’da yayınlanmaktadır.
3 Bu konuda etraflı bir şekilde bilgi sahibi olunması için “Evrenin Oluşumu Sorunu” adlı S: Hawking’in eserini de konu olarak alan yazımıza bakılabilir. (Kuzgun Portal)
4 Oysaki, Covid-19 felaketi, ekonomik krizin neden olduğu yapının sorumlularınca gerçek durumun görülmesini engelleyen sis perdesi gibi kullanılması hesaplanmış ve ilk başlarda kullanılmıştır da.
5 Örneğin “işin meta olmaktan çıkarılması” gibi…
6 Bunlar içinde en öne çıkmış olanlarından birisi olan demograf, tarihçi, antropolog Emmanuel TODD’un adını verebiliriz.
7 Bernard FRİOT ile ilgili bizim Kuzgun Portal’da yayınlanan “Bernard FRİOT ve Komünizmin Halleri” başlıklı tanıtma yazımıza bakılabilir.
8 Buradaki “eşitlik” kavramını kontratlı, geçici iş, veya istendiğinde kirli mendil gibi azledilen işçi,, über işç, vbi statülerinin günümüzde işçi sınıfının nicel olarak önemli bir kesimini oluşturduğundan çıkarak ileri sürdük.
9 Etraflı bilgi için Kuzgun Portal’da yayınlanan “Bernard FRİOT ve Komünizmin Halleri” adlı yazımıza bakılabilir.
10 Kapitalizmin olmadığı bir dünya ve insan varlığını hayal bile edemediklerinden olsa gerektir.
11 Bu kavram için özellikle “Denge ve Devrim” adlı kitaba (El Yayınları) başvurulabilir.