Yönetmen: Alan Parker
Oyuncular: Gene Hackman, Willem Dafoe, Frances McDormand, Brad Dourif, R. Lee Ermey, Gailard Sartain.
Mississippi Burning, Alan Parker imzalı bir film. Film, bir grup polis otomobilinin içlerinde siyahi bir yolcu taşıyan kamyoneti sıkıştırması sahnesiyle açılır. Polisin rutin kontrollerine benzeyen ama aslında ırkçı aşağılamalarla dolu bu kontrol, filmin daha başında gerilimi yükseltir. 1964 yılında Soğuk Savaş’ın ortasında gerçek bir olaya dayanan bu kontrol sonunda Sivil Haklar Hareketi üyesi olduğunu sonradan öğreneceğimiz üç genç katledilir. Irkçı saldırganların bir kısmının polis olması, cinayetin politik yönüne işaret eder.
Soğuk Savaş devam ederken gelişen bu olay, iki Federal Soruşturma Bürosu görevlisinin (Anderson ve Ward) olayı soruşturmaya başlamalarıyla yeni bir boyut kazanır. Ajanlar geldikleri kasabada pek de sıcak karşılanmazlar. Müfettiş Ward’ın şerifin ofisinde, “Olayın basit bir kayıp vakasından daha ciddi olabileceğini düşünüyorum” sözlerine şerifin verdiği “Sanmıyorum evlat, ne düşünüyorum dersen o Martin Luther King denilen adamın reklam dümenlerinden biri olduğunu sanıyorum” sözleri filmin ana dramatik yönelişini haber verir.
Sivil Haklar Hareketi üyesi üç gencin kaybolma öyküsü, sırlarla dolu soruşturmanın daha baştan kendi içinde çelişkileri barındırması, filmin temposunu belirleyici bir unsur olarak öne çıkar. Gençlerin aşırı sürat yaptıkları için tutuklandıkları ancak sonra serbest bırakıldıkları tutanağını okuyan Ward, buradaki çelişkili duruma dikkat çeker. Gözaltına alınıp serbest bırakılan gençlerin hiçbiri ne evlerini ne de Sivil Haklar Hareketi’nin merkezini telefonla aramışlardır. Tutanağa göre, kasaba sınırına kadar polisler tarafından takip edilen gençler, bir daha görülmemişlerdir. Dramatik çatışmanın ana döngüsünü aktaran bu duruma Alan Parker’ın kamerasından kasabada görevli polislerin görüntüleri eşlik eder. Yönetmen Parker, bu sahneye eşlik eden diyalogda soruşturmanın hangi engellerle karşılaşacağını haber verir gibidir. Müfettiş Ward akıl yürüterek gençlerin kaybolma öyküsündeki boşluğu yakalar. Müfettiş Anderson ise eski bir kasaba şerifi olması ve kasabada güvenlik güçlerinin tutanağındaki ifadelere inanması, filmin ikincil dramatik çatışmasını oluşturur. Müfettiş Ward’a göre daha kaba, çelişkiler üzerine kafa yormak yerine anlatılan öyküye inanmaya meyilli bir tip olarak çizilen Anderson karakteri, üç gencin kaybolma öyküsünde ortalama bir Amerikalı şerifin tavrını takınır.
Müfettiş Ward, kasabada girdikleri bir lokantanın beyazlara ayrılan bölümünün dolu olması nedeniyle siyahilerin yemek yediği bölüme giderek o esnada yemek yiyen bir siyahi gence birkaç soru sormak istediğini söyler. Siyahi genç, bu durumdan huzursuzlanır ve yerini değiştirerek Ward’ın sorularını cevaplayamayacağını bildirir. Filmin bu bölümünde Ward’ın bu hareketi, lokantaların içine kadar işleyen ayrımcılığı göstermesi bakımından çarpıcıdır. Lokantanın mikro ölçeğinde yaşananlar hiçbir şey olmamış, üç sivil hakları savunucusu genç kaybolmamış gibi normal hayatın devam ediyor oluşu, filmdeki sır perdesinin ve gerilimli atmosferin artacağının habercisi gibidir. Soruşturma, kasabada üzerinde anlaşılmış bir sessizlik duvarına çarpmıştır.
Sivil Haklar Hareketi üyesi üç genci canlı olarak gören son kişi olan siyahi kadınla yaptığı konuşmadan da olumlu sonuç alamayan Müfettiş Ward, yeniden dosyadaki ayrıntılara odaklanır. Ku Klux Klan adlı ırkçı örgütün üyeleri Ward ile lokantada konuşmak zorunda kalan siyahi gencin evini basar ve kimseyle konuşmaması gerektiği biçiminde tehdit eder. Yönetmen Alan Parker, bu sahneyle kasabadaki sessizliğin kaynağında ırkçı Ku Klux Klan baskısı olduğunu gösterir.
Ku Klux Klan’ın Anderson ve Ward’ın kaldığı otele düzenlediği saldırı; yeni yardım talebinde bulunmalarına neden olur. Yeni ajanların gelmesiyle soruşturma daha da derinleşir. Öyle ki kasabadaki eski bir otel soruşturma süreci boyunca kiralanır. Ku Klux Klan üyelerinin devam ettiği kiliseyi gözetleyen Anderson ve Ward ikilisi, bilgi toplamaya çalışırlar. Anderson’un kasabanın belediye başkanı ve şerifi ile girdiği diyalogda aldığı yanıtlar, beyaz muhafazakâr orta sınıf ırkçılarının düşünce dünyasını yansıtır. Sahne boyunca FBI görevlilerinin kasabaya gelerek soruşturmayı yürütmelerinden duydukları hoşnutsuzluk açık bir biçimde dile getirilir. Soruşturmayı hafife alma, sorulan sorulara yanıt vermeme biçiminde gelişen inkârcı tutum, filmin dramatik çatışmasını besleyen bir diğer unsurdur.
Müfettiş Anderson’un Ward’a göre daha aktif bir biçimde bilgi toplamaya çalışması, onu kadın kuaföründe araştırma yapmaya kadar sürükler. Anderson kuaförde yakınlık kurduğu kadınlardan Ku Klux Klan’ın kasabadaki liderinin adını öğrenir. Bu arada yapılan geniş aramalar sonucu Sivil Haklar Hareketi üyesi üç gencin kullandığı kamyonetin yerinin tespit edilmesiyle soruşturma daha da derinleşir. Şerif tutanağının aksine kamyonet gözden kaybolmamış, kasabanın biraz ötesindeki Mississippi Nehri’nde içinde gençlerden kalan birkaç parça eşya ile bulunmuştur. Bütün bunlar yaşanırken kasabanın ortasına bir kamyonetten fırlatılan siyahi genç ile Ku Klux Klan kasabadaki FBI ajanlarına açık bir mesaj verir.
Sivil Haklar Hareketi üyelerini taşıyan kamyonetin bulunması sonrası yoğunlaşan arama faaliyetleri çok sayıda deniz piyadesinin bölgeye nakledilmesini beraberinde getirir. Ward ve Anderson üç gencin cesetlerine henüz ulaşamasa da onların katledildiklerine artık emindir. Bu yeni durum, filmin temposunu ve gerilimini yükseltirken, Ku Klux Klan siyahilere ait dükkân ve evlerin bombalanmasıyla buna cevap verir.
Cinayet soruşturması devam ettiği sırada bölgenin vatandaşlarıyla yapılan röportajlarda soruşturma aleyhine dile getirilen olumsuz görüşler, muhafazakârlığın reaksiyoner ve dışlayıcı dilinin filmdeki karşılığıdır. Bütün beyaz vatandaşlar söz birliği etmişçesine cinayeti inkâr ederler. Benzer bir tutum, bölgede yaşayan siyahi vatandaşlarca da fakat farklı bir nedenle -Ku Klux Klan’ın uyguladığı baskı ve terörün- yarattığı can güvenliği endişesiyle alınır. Bu sahnelerle Alan Parker’ın Mississippi Yanıyor’a yarı-belgesel bir nitelik kazandırdığını söylemeliyim.
Anderson ve Ward’ın, Şerif Yardımcısı Pell’in evine yaptığı ziyaret sırasında evlilik resminde farkına vardığı bir detay, şüphelerin Şerif Yardımcısı Pell’in üzerine yoğunlaşmasına neden olur.
Ku Klux Klan’ın siyahilerin devam ettiği bir kiliseye düzenlediği saldırı sırasında Klan üyesi bir ırkçının siyahi bir çocuğu döverken sarf ettiği, “O zenci dudakların FBI için konuşmayacak” tehdidi, Klan üyelerinin soruşturmaya karşı duyduğu rahatsızlığın açık ifadesidir. Üzeri örtülmeye çalışılan cinayet, tehdit ve baskıyla birleşerek ırkçıların siyahilere saldırısının bahanesi haline gelir.
Irkçıların lideri Clayton’un Yahudilerden başlayarak Asyatik halkları ve siyahileri hedef alan nefret söylemi, Anglosakson beyaz ırkçılığın düşünce dünyasını ele verir. Soruşturmadan duyulan rahatsızlık, artık basın ve kameralar önünde ırkçı kin ve hezeyanların dile getirilmesiyle zirvesine ulaşır. Soğuk Savaş’ın yarattığı derin korku ve ideolojik manipülasyon, Amerikan düşünce dünyasını kuruttuğu gibi reaksiyoner ve alarmist bir ırkçı saldırganlığın iyice kuvvetlenmesine neden olur.
Müfettiş Anderson ile Şerif Yardımcısı Pell ve diğer Ku Klux Klan üyelerinin müdavimi olduğu barda yaşanan gerilim, ırkçılarla soruşturmayı yürüten FBI arasındaki çatışmaya yeni bir boyut katar. Ward’ın kolejli polis müfettişi havasının tam aksine Anderson, yeri geldiğinde kaba kuvvet ve tehdit dilini sakınmadan kullanan ajandır. Anderson’un bu tutumu, onu Ward ile karşı karşıya getirir. Ward’ın delilden şüpheliye ulaşmaya çalışan formasyonuyla, Anderson’un şüphelilere yönelik baskı uygulama metodu çatışma halindedir.
Sivil Haklar Hareketi’nin siyahilerle birlikte kasabada yaptığı özgürlük yürüyüşü sırasında Anderson, Şerif Yardımcısı Pell’in eşinin çalıştığı kuaför dükkânına uğrar. Bayan Pell ve Anderson arasındaki yakınlaşma, bu sert politik filmin tek insani öyküsüdür. Pell kendisine çiçek vererek yakınlaşmaya çabalayan Anderson’u karşılıksız bırakmaz. Bütün sermayesi kin olan bir ırkçıyla evli olmanın yarattığı ağır hüzün ve yalnızlık duygusunun kışkırttığı arayış, Bayan Pell’i filmin dramatik çatışmasında yeni bir konuma oturtur. Anderson ve Pell’in kuaförün camından izledikleri gösteri sırasında seyircinin duymadığı diyalog biraz sonra yaşanacakların habercisi gibidir.
Kasaba şerifinin arka kapıdan serbest bıraktığı siyahi vatandaş ırkçıların saldırısına uğrar. Anderson ve Ward, Bayan Pell’den aldıkları bilgiyle olay yerinde konumlanmışlardır. İki FBI görevlisi saldırganların peşine düşseler de yakalayamazlar. Bu olay sonrası Ward’ın saldırıya maruz kalan siyahi gencin ailesine yaptığı ziyaret ve dava açmaları konusundaki ikna çabaları sonuçsuz kalır. Siyahilerin sürekli ırkçı tehditlere ve teröre maruz kalmaları onların adalete duydukları inancın zayıflamasını beraberinde getirir. Soruşturmanın derinleşmesiyle açığa çıkan çelişkiler ve buna eşlik eden suskunluğun ağırlığı filmin dramatik düğümünü oluşturur. Haber almaya çalışan basın mensuplarına da saldıran ırkçı Ku Klux Klan üyeleri, kontrolü kaybetmek üzeredir. Onların bu sıkışmışlık hali, suçlu olmalarının yarattığı telaş filmin temposunu hızlandıran etki yaratır.
Ku Klux Klan üyelerinin bu sıkışmışlığı ve reaksiyonu, onları kasabanın dışında yaşayan siyahilerin kulübelerini bombalamaya kadar sürükler. Olaya şahit olan ve FBI’a yüzünü gizleyerek yardım eden bir çocuk sayesinde Ku Klux Klan üyeleri yakalanır. Ancak en az Ku Klux Klan kadar ırkçı hâkim, yasada öngörülen terör eyleminin cezası olan en az 10 yıl hapis cezasına çarptırılmaları gereken ırkçıları serbest bırakır. Siyahiler tarafından tepkiyle karşılanan bu karar, Anderson ve Ward’ı da zor duruma düşürür. Hâkimin ırkçıların sırtlarını sıvazlayan bu kararı, Ku Klux Klan üyelerini daha da cesaretlendirir. Irkçı terör, siyahilerin çiftliklerine yönelir. Ku Klux Klan terörü dizginlerinden boşanmakla kalmaz, onu destekleyen siyasi ve hukuki kurumların varlığıyla bütünleşerek kasabayı kuşatan toplumsal bir histeriye dönüşür.
Bayan Pell’in ziyareti sırasında Anderson’a söylediği “Nefret doğuştan gelen bir şey değil, öğretiliyor” sözleriyle kasabada dönüşüme açık, yaşananlardan rahatsız olan bir kadın karakterin düşünce dünyasını ortaya koyan yönetmen Alan Parker, dramatik yapının düğümlenmesine neden olan çatışmanın çözümünü Bayan Pell’in yaşadığı duygusal ikilemle yansıtır. Filmde siyahi bir kadın hizmetçinin çocuğunu sevebilecek kadar siyahilerle içli dışlı olabilen biri olarak gösterilen Pell, vicdanıyla ırkçı kocasının işlemiş olduğu suçlar arasında salınımdadır. Bağnazlığın ve ırkçılığın okullardan başlayarak öğretildiğini aktaran Bayan Pell, ırkçılığın eğitimdeki özellikle İncil’deki kökenini aktaran bir monologla izleyiciyi aydınlatır. Din eğitimi yoluyla öğretilen ırkçılık, normalleştirilmiştir. Bayan Pell’in Anderson’la yakınlaştığı bir sahnede katledilen üç Sivil Haklar Hareketi üyesi gencin gömüldüğü yeri tarif etmesiyle filmde dramatik çatışmayı düğümleyen gerilim sona erer.
Bayan Pell’in itirafları sonucu üç Sivil Haklar Hareketi üyesinin cesetlerine ulaşılması soruşturmanın sonunun geldiğini gösterir. Cesetlerin bulunmasına neden olan itirafları kocası tarafından hastanelik oluncaya kadar dövülerek cezalandırılan Bayan Pell’in bu durumu Ward ile Anderson arasındaki yöntem anlaşmazlığını derinleştirir. Sonunda bu gerilim Ward’ın Anderson’un yöntemini kabul etmesiyle çözümlenir.
Anderson’un “zor oyunu bozar” yöntemi, belediye başkanına kurulan baskıyla üç sivil haklar görevlisinin katillerine ulaşılmasını sağlar. Anderson’un ırkçı grubu paniğe ve hataya sürükleyen tuzakları ve dolantısı, onları kilisede toplantıya çağıran notu ve dinleme cihazıyla konuşulanları kayıt altına alması, düğümlenen dramatik çatışmanın çözümünü gösterir. En zayıf halkaya uyguladıkları baskı ırkçı Ku Klux Klan üyesi Lester’ı itirafçılığa sürükler.
Alan Parker’ın filmi Mississippi Yanıyor, kurumsal hale gelen ırkçılğın 20. yüzyılda Amerikan toplumundaki kökenlerini bir soruşturma ekseninde anlatıyor. Irkçılığın kurumsal örgütlenmelerini Carnegie Vakfı ve Herbert Spencer’ın sapkın teorileriyle örgütleyen bir ülkeden söz ediyoruz. Carnegie Vakfı’nın savunduğu öjeni yani sakat ve hasta insanların ayıklanarak sağlıklı bireylerin çoğaltılması yoluyla insan ırkının ıslah edilmesi gibi faşist düşünce zamanla kendi sınırlarının dışına çıkarak Nazizm’e de ilham kaynağı olabildi! İşte bu çalışmalarından neşet eden bir yapıya sahip olmasıyla Amerikan Anglosakson ırkçılığı, filmde de izleyeceğiniz üzere, dünya gericiliğinin içinde özel bir yere sahiptir. Filmin konjonktüründe, siyahi haklarının Amerikan toplumunda tartışmaya açıldığı, Amerikan Başkanı Lyndon B. Johnson’un “oy vergisi”ni kaldırdığı ve Medeni Haklar Yasası’na “ABD’de siyahilerin okullarda, kamusal alanlarda ve işe alımlarda negatif ayrımcılığın yasaklandığı” maddesinin eklendiği bir arka planının olması ırkçı reaksiyonun sebepleri hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Siyahilerin mücadele ederek kazandıkları her mevzi karşısında ırkçı terörü bulmakla kalmadı, aynı zamanda Malcolm X, Steve Biko ve Martin Luther King gibi önderlerinin bir dizi suikaste uğrayarak hayatlarını yitirmelerine neden oldu. Amerikan sinemasının Dawid W. Grifith imzalı kurucu filmlerinden biri olan “Birth of a Nation” (Bir Ulusun Doğuşu-1915) adlı yapımda da sıkça göreceğiniz üzere ırkçılık ne yazık ki Amerikan kültürünün ana motiflerinden biridir. Böyle olunca geçtiğimiz günlerde ırkçı polis terörüyle hayatını yitiren George Floyd’un “I can’t breathe” (Nefes alamıyorum) sözlerinin kökenini ve buna karşı yükselen isyanı anlamak kolaylaşıyor. Mississippi Yanıyor insanın alabileceği en geri, en ilkel siyasal pozisyonun yani ırkçılığın zararlarına işaret ediyor. Bir Hollywood klişesi olarak neredeyse her filmde izlediğimiz kurtarıcı-kurtarılan ilişkisini yeniden üretse de Mississippi Yanıyor, yaşanmış bir olaya dayanması, nitelikli görüntü yönetimi ve rollerinin hakkını veren oyuncu kadrosuyla sinemaseverlerin ilgisini hak ediyor.
Ümit ÖZDEMİR