Salih Zeki Tombak / 30.01.2021
Kapitalizm kriz üretir ve kendisini krizlerle yeniler.
Büyük ve küresel, her krizden çıkış, savaş, devrim, karşı devrim, dünya pazarlarının veya sömürgelerin yeniden paylaşımı, birikim modelinde değişiklikler yapacak teknolojik sıçramalar gibi, köklü değişimler gerektirir. Teknolojik yenilenme, sabit sermaye yatırımlarının büyümesi, kar oranlarının düşmesi ve yeni kriz dinamikleri anlamına gelir.
Kapitalist sistem kendisini inşa ederken baskı ve sömürü biçimlerini önce kadınlar üzerinde geliştirmiş, daha sonra çıkardığı sonuçlarla birlikte benzer yöntemleri bütün emekçilere, halklara ve ezilenlere uygulamıştır. Kadınların gelir ve servet dağılımında erkeklerden daha kötü durumda olması tesadüf değildir. Kadınlar toplumsal yaşamın en temel unsur ve gerekliliklerini üretmelerine rağmen emekleri görünmez ve değersiz kılınmış ve bu sayede yoğun bir sömürüye maruz kalmıştır. Erkek egemen emek teorilerinde yeri ve karşılığı olmayan bıktırıcı ev işleri, çocuk yetiştirme, yaşlı, hasta ve engelli bakımı tamamen kadınların üzerine yıkılmıştır.
Kriz süreçlerinden çıkışın halkçı-devrimci, sistem dışına yönelen yolları geliştirilemezse, kriz emekçiler, yoksullar, kadınlar ve tüm ezilenler için, yoksulluğun katmerlenmesi, kitlesel işsizlik, açlık ve savaş demektir.
Küresel kapitalizm bugün de derin bir kriz yaşıyor. Kriz süreci kapitalizmin geçmişindeki bütün kötülük türlerini yeniden sahneye çıkartıyor; sömürgeci yönelişleri, sağ popülizmi, faşizmi, ırkçılığı, her türlü ayrımcılığı, kadına karşı şiddeti, tacizi, tecavüzü, katletmeyi ve savaş politikalarını tetikliyor; iklim krizine ve doğanın yıkımına yol açıyor.
2. Paylaşım savaşı sonunda, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası, NATO ve bölgesel paktlar, örgütler kurulmuş, ABD sistemin hegemonik devleti ve ABD doları uluslararası rezerv para olmuştu. Sistemin bu kurumlaşmalar üzerinden, uluslararası planda yarattığı kontrol gücü, günümüzde zayıflıyor ve etkisini kaybediyor. Yeni güç odaklarının ortaya çıkışını önlemeye bu mekanizmaların gücü yetmiyor.
AB gibi ulus üstü yapılanmalar enerjisini kaybediyor. Emperyalist devletler arasındaki ticaret savaşları büyüyor; emperyalistler bağımlı ülkelere serbest ticareti dayatırken, kendi ekonomileri için korumacı politikalar uyguluyorlar. Ülke ekonomilerinde içe kapanma eğilimi güçleniyor. Güç dengeleri değişiyor. Uluslararası gerilimlerde yeni ittifaklar, yeni cepheleşmeler oluşuyor. Kürt coğrafyasında ve Ortadoğu’da on yıllardır süregelen çatışmalara; Akdeniz’de ve Afrika’da yeni gerilimler, boy ölçüşmeler ekleniyor. Rusya ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Akdeniz’de kıyısı olmayan ülkeler Doğu Akdeniz’deki gerilim ve çatışmaların fiili tarafı oluyor. Doğu Akdeniz’de Amerikan 6. Filosuna ait uçak gemilerinin yanı sıra Fransa’nın uçak gemisi, Almanya’nın kruvazörleri, İtalyan firkateynleri yoğun bir askeri yığılmanın unsurlarını oluşturuyor. Son yıllarda Karadeniz, NATO üzerinden ABD ve Rusya arasında bir askeri gövde gösterisi alanına dönüşüyor.
Büyük paylaşım savaşları öncesinde olanlara benzer şekilde, kurulacak “yeni dünya”da yer edinmek veya yerini büyütmek isteyen güçler sahada yerini alıyor.
Kapitalist sistem kendi yapısal krizini aşmak için kadınlar, LGBTİ+’lar, emekçiler, gençler, işsizler, göçmen ve mülteciler, engelliler, yaşlılar gibi ötekileştirdiği tüm kesimlere sistematik bir şekilde saldırıyor.
Pandeminin başlaması ve farklı coğrafyalara hızla yayılması sonucunda, pandemi öncesi var olan toplumsal, siyasal, ekolojik ve ekonomik kriz daha da derinleşiyor. Milliyetçiliği, muhafazakârlığı, rantı, ekolojik yıkımı ve savaş politikalarını arkasına alarak beslenen ve uygulanan patriarkal kapitalizmin, toplum sağlığını koruma konusunda hazırlıksız, isteksiz ve çaresiz olduğu, bir yaşama/ yaşatma değil şiddet ve öldürme sistematiği içerisinde işlediği pandemiyle birlikte daha da görünürlük kazanıyor.
Pandemi süreci, yaşamı üreten faaliyetlerin, yaşatmaya ve dayanışmaya dayanan ancak sistem tarafından sürekli değersizleştirilen işlerin önemini göstermiş, yaşamı değil karı öncelemenin ağır sonuçlarını ortaya koymuştur. Şüphesiz ağırlaşan krizler, hem sistemin kadın kimliği, emeği ve yaklaşımının karşıtı olarak konumlanışlarının bir sonucudur; hem de cinsiyet eşitsizliğini ve kadın yoksulluğunu şiddetlendirerek kadınların hayatını daha da zorlaştırmaktadır.
DTÖ, IMF, Dünya Bankası gibi kurumlar tarafından, uluslararası işbölümü ve yapısal uyum politikaları adı altında dayatılan bir programla, “gelişmekte olan ülkeler”de tarım ve sanayi tasfiye ediliyor. Kırsal nüfus mega-şehirlere yığılıyor. Şehirlerin hızla şişmesinin ortaya çıkardığı dev kentsel rantlar az sayıda büyük firmayı olağanüstü bir hızla tekelci gruplara dönüştürürken; bu rantlardan çok sayıda orta ve küçük ölçekli firma da payını alıyor, İnşaat sektörünün yanı sıra hizmet sektörü hızla genişliyor. Giderek büyüyen enerji ihtiyacı, kuralsızca destekleniyor.
Neoliberalizmin emeğe ve doğaya saldırısının koçbaşları maden ve enerji şirketleri ile endüstriyel tarım şirketleri doğanın tahribinde yarışır; su varlıklarını, ormanları, vadileri, toprağı kirletir ve yok ederken; inşaat şirketleri de kentsel dönüşüm politikaları ile kentlerdeki kamusal alanları, parkları, tarım alanlarını, hatta yer yer mahalleleri, özel mülkiyet haline getirdiler.
Kapitalizm, krizde olmadığı dönemlerde de, doğanın döngü ve süreçlerini sermayenin döngü ve süreçlerine tabi kılmaya; sınırlı bir dünyada sınırsız ekonomik büyümeyi insani gelişmişlik ölçüsü saymaya ve buradan yola çıkarak doğa üzerinde tahakküm kurma “akıldışılığı”na dayanır. Bugün yaşadığımız ekonomik kriz, ekolojik yıkımı görülmemiş ölçüde hızlandırmakta ve geri dönüşün imkansız olacağı sınırlara yaklaşılmaktadır. Hiçbir kapitalist ülke iklim krizini önlemek için verdiği sözleri, üstlendiği sorumlulukları yerine getirmiyor. Aksine iklim krizinde en fazla sorumluluğu olan emperyalist merkez ülkeler, fosil yakıt ve endüstriyel tarım şirketlerini desteklemeye devam ediyorlar. Dünyanın her yerinde devasa iklim olayları yaşanıyor. Seller, dev kasırgalar, hortumlar, kuraklık ya da ani ve aşırı yağışlar, orman yangınları, biyo-çeşitlilikteki azalma ve buna bağlı artan salgınlar, zaten yoksulluk girdabında, en temel insani yaşam koşullarından mahrum yaşamakta olan milyonlarca insanı canından, yerinden yurdundan ediyor.
Ekonomik ve ekolojik kriz, Covid-19 salgını ile yeni bir boyut kazandı. Resmi verilere göre şu ana kadar yaklaşık bir milyon insanın hayatını kaybetmesine neden olan korona salgını, yaban hayata müdahalenin ve sağlıkta özelleştirmenin insan sağlığını ne derecede tehlikeye soktuğunu bir kez daha ortaya çıkardı. Devletler bütün insanları kapsayan sağlık politikaları geliştirmekten kaçınırken salgın koşullarından, kontrol teknolojilerini meşrulaştırma ve kalıcılaştırma amacıyla yararlanma yoluna gittiler. Kamusal, kapsayıcı ve koruyucu bir sağlık sistemi için adım atmak yerine aşı araştırmalarını bile yardımlaşmacı değil yarışmacı bir anlayışla geliştirmek için kıyasıya rekabete tutuştular.
Bugün insanlığın büyük kısmını oluşturan yoksullar ve emekçiler sadece yetersiz beslenme sorunuyla karşı karşıya değil aynı zamanda sağlıklı gıdaya erişimden mahrumdur. Bizi hasta eden bir gıda sistemi içindeyiz; yediklerimiz, içtiklerimiz gıda değil, zehirdir.
Bütün bu özet tablo bize şunu söylüyor: Kapitalizme ve onun her günkü uygulamalarına karşı mücadele etmediğimiz takdirde, üzerinde yaşanacak bir dünya bile bulamayabiliriz.
Gezegenimize ve üzerindeki hayata yönelik en büyük tehditlerden biri de savaştır. Birinci ve ikinci Genel Savaşlar’dan sonra insanlık savaş belasından ders aldığı için değil; nükleer silahların SSCB ve ÇHC’de de hızla geliştirilmesinin yaratttığı bir “dehşet dengesi” yüzünden yeni bir Dünya savaşı yaşanmadı. Ama ABD emperyalizmi, sadece kendi elinde olsaydı nükleer silahları kullanmaktan kaçınmayacağını ve böylece bütün insanlık üzerinde yarattığı “korku imparatorluğu”nun hegemonyasını nükleer tehdit üzerinden kurmaya yöneleceğini, zaten teslim olmaya hazırlanan Japonya’nın Nagazaki ve Hiroşima kentlerine atom bombası atarak gösterdi.
Elbette genel bir savaşın yaşanmaması savaşlara son vermedi. Tersine bölgesel savaşlar, iç savaşlar, işgaller, dış destekli askeri darbeler ve vesayet savaşları dünyanın her yanında yaşanıyor. Doğu Akdeniz’de, Ege’de, Libya’da, Karadeniz’de, Basra Körfezi’nde savaş tehdidi, zaman zaman zayıflıyor görünse de, daima gündemde kalıyor. Güney Kafkasya’da, Irak’ta, Suriye’de devam eden savaşlar var. Afrika’nın büyük bölümünde eski sömürgeler üzerindeki nüfuz mücadeleleri sıklıkla askeri gerilimlere, iç savaşlara, sınır çatışmalarına ve müdahalelere yol açıyor.
Yakın zamanda Kuzey Kore ve ABD arasındaki nükleer tehditler de içeren şiddetli bir gerilim sürecine yol açtı. Uzak Doğu emperyalizmin askeri güç yığdığı ve başta ÇHC olmak üzere uluslararası rekabette zorlandığı ülkeleri zayıflatmaya veya kendisiyle uyuma, geniş çaplı bir savaş tehdidi dahil, çeşitli yaptırımlarla zorladığı bir bölge haline geldi.
Savaşın her çeşidi, kadınları, çocukları, yaşlıları aç, barınaktan yoksun, tecavüz ve ölüm dahil her türlü tehdide açık hale getiriyor. Milyonlarca insan doğduğu toprakları terketmek zorunda kalıyor. Ancak ülkesini terkedenler ulaşabildikleri ara ve nihai ülkelerde de ağır yoksunluklar yaşıyor, ırkçı, ayrımcı politikaların, uygulamaların ve nefretin hedefi haline geliyor. Gelişmiş ülkeler mültecilerin küçük bir bölümünü, ihtiyaç duyduğu vasıflara sahip olanlardan seçerek alıyor. Diğerlerini sınırlarından uzak tutmak için milyarlar harcıyor.
Mültecilik içinden geçmekte olduğumuz dönemin en büyük trajedisidir.
Dolayısıyla savaşa karşı sadece ulusal düzeyde değil, küresel bir mücadele ve buna uygun enternasyonalist barış cephesi inşa edilmesi; bunun için gecikmeden adımlar atılması zorunludur.
Kapitalist emperyalist sistemin, insanlığa krizden ve yıkımdan başka verecek bir şeyi olmadığı ortaya çıktığı ölçüde, dünyanın dört bir tarafında sistemin dışına çıkma, insanca bir hayat kurma fikri güç ve yaygınlık kazanıyor. Geçen yüzyılda ortaya çıkan devrimci atılımlar ve sosyalist inşa pratikleri kendilerini büyütemediler ve ayakta kalmayı başaramadılar. Bugün sistemin insanlığa ve gezegendeki hayatın bütününe karşı yıkımdan başka vaadinin olmaması; ideolojik, siyasi, ahlaki çöküşe eklenen iklim krizi, ekolojik tahribat ve gezegendeki hayatın tümüne karşı işlenen suçlara; dünyanın her yerinde sistem karşıtı güçlerin ve inisiyatiflerin ortaya çıkmasıyla yeni cevaplar veriliyor. Yeni bir yaşam fikri, 19 ve 20 yüzyılın devrimci mirasından besleniyor; sistem karşıtı güçlerin toplumsal ve fikri çeşitliliğiyle ve birlikte mücadele çabalarıyla zenginleşiyor. Sistemin kadın bedenine saldırısına karşı simgeleşen Las Tesis dansının gösterdiği gibi kadınlar Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya, Afrika’dan Asya’ya, dünyanın pek çok yerinde savaşa, talana, tacize, tecavüze, ekolojik yıkıma karşı mücadelenin ve yeni eylem ve örgütlenme biçimlerinin öncüsü konumunda.
TÜRKİYE’NİN KRİZİ: KRİZ İÇİNDE KRİZ
Türkiye emperyalist-kapitalist sistemin parçası ve bağımlı bir ülke. Dolayısıyla küresel kriz Türkiye’yi de derinden etkiliyor. Ancak Türkiye, uzun süredir küresel kriz etkisinden çok daha güçlü olarak, adım adım derinleşen, tamamen kendisine özgü dinamiklerin yol açtığı çok yönlü, çok katmanlı bir krizin içinde debeleniyor.
12 Eylül 1980 öncesinde 24 Ocak Kararlarıyla ve Özal ile başlayan neoliberal politikalar, darbe sonrasında ekonominin bütününü şekillendirirken; geçmişte de güçlü otoriter çizgilere sahip olan siyasal sistem ve devlet ögütlenmesi faşizan-otoriter bir temelde yeniden inşa edildi.
1980’li yıllardan başlayan ve 90’larda yükselen Kürt Özgürlük mücadelesine karşı geliştirilen Özel ve kirli Savaş, siyasal sistemin hukuk dışılığa, suça ve yozlaşmaya eğilimini güçlendirdi. Ekonomi, krizden krize yuvarlanan bir sürece girdi. Kemal Derviş bu uzun ve zincirleme kriz süreçlerinin sonrasında emperyalist sistem tarafından Türkiye ekonomisini yeniden yapılandırmak ve Türkiye’nin sisteme daha güçlü eklemlenmesini; böylece daha öngörülebilir bir ülke olmasını sağlamak üzere Dünya Bankası’ndan ülkeye gönderildi. Derviş reformlarıyla AKP projesinin yürürlüğe konması ve iktidara taşınması birbirinden bağımsız değildir. Buna Türkiye’nin AB üye adaylığına kabulü, Kürt sorununda barış ve çözüm sürecinin geliştirilmesi, Kıbrıs’ta Annan Planı ve Ermenistan açılımı ve Yunanistan dahil, “komşularla sıfır sorun” politikası eklenebilir. Ancak bu “öngörülebilir ülke haline gelme paketinden” geriye, AKP’nin başını çektiği iktidar bloku tarafından adım adım inşa edilen otoriter-faşist bir rejim; Kürt sorununda 1990’ları aratır bir özel savaş ve komşu ülke topraklarına taşırılan savaş yönelimi; neredeyse bütün komşularla gerilim; her sorunda savaşı çözüm gören bir dış politika ve krizden çöküş aşamasına gelmiş bir ekonomi kaldı.
Neoliberal politikalar ile temel tercihlerinin emperyalist sistemin etkisi altında belirlenmesinin, Kürt sorununun güvenlikçi anlayışlarla, red ve inkâr temelinde çözüleceği yönündeki ısrarın, savaş politikalarının yarattığı büyük ekonomik kaynak kaybının; ülke topraklarının önemli bir bölümünün OHAL ve benzeri uygulamalarla üretim kapasitesinin dışında kalmasının , savaş politikalarını finanse etmek için kamunun devasa iç borçlanmasının ve bu yüzden faizlerin aşırı yükselmesi sonucu reel sektörün üretimden kopmasının, sağ iktidarların parasal konulardaki geleneksel ahlaki çürümüşlüğünün, karşılıksız para basma kolaycılığının krizleri yaratan temel dinamikler olduğu açıktır.
AKP iktidarı da, Kemal Derviş programına ve oluşturulan kurumların özerkliğine tahammül ettiği ilk yıllarında; dünya konjonktürünün elverişli olmasından faydalanarak, ülke tarihinde görülmemiş bir dış borç stoku yarattı. Derviş programı sermayenin genel çıkarlarına uygun bir rasyonellik inşa etmek ve yabancı sermaye girişlerini kolaylaştırmanın yanı sıra, sanayisizleşmeyi ve tarımın tasfiyesini, eğitim ve sağlığın metalaşmasını içeren yapısal bir dönüşüm programıydı.
AKP Hükümetleri bu programın temellerine sadakat gösterdi. Program dışına, temel dinamizmini kentsel rantların yağmalanmasından ve dış borçlanmalardan alan inşaat sektörü lehine çıktı. İnşaat sektörünün yarattığı vakum; sanayinin ve tarımın çözülmesini hızlandırdı. Bu sürecin bir önemli istisnası olağanüstü teşviklerle ve devlet alımlarıyla önü açılan askeri-sınai komplekstir.
Eğitimin ve sağlığın kar konusu haline gelmesi; iktidara yakın tarikatların, sağlık ve eğitim sektörlerinde dev firmalara dönüşmesini sağlamakla kalmadı. Aynı zamanda ihtiyaç duydukları insan tipini eğitim kurumlarında yetiştirmelerinin ve bu yolla devlet kurumlarında kadrolaşmalarının önü açıldı.
Geçmişten farklı olarak bu yıllarda yurttaşlar da görülmemiş ölçüde bireysel borçlanmaya yönlendirildi.
KRİZ SARMALINDAN ÇIKIŞ:
YAYILMACI DIŞ POLİTİKA VE OTORİTER REJİM DEĞİL; BARIŞ, ÇÖZÜM, DEMOKRASİ
Kürt sorununda, devlet içindeki güç odaklarının ve AKP iktidarının, zihinlerinin gerisindeki farklı hesaplarla başlattıkları kısa süreli açılım dönemi gene aynı unsurlar tarafından bitirildi; şiddete ve devlet terörüne dönüş çok hızlı oldu. Tecrit politikası bu yönelişin merkezinde yer aldı.
Özel savaşa paralel olarak, 1974’te Kıbrıs’ın kuzeyine yönelik büyük askeri harekâtın öncesinden başlayarak askeri tersanelerin geliştirilmesi, Aselsan ve Havelsan gibi savaş sanayi nüvelerinin kurulmasıyla başlayan süreç, Türkiye’de dev bir askeri-sınai kompleksin ortaya çıkmasına yol açtı. Sadece AKP iktidarının özel ayrıcalıklarla büyüttüğü sermaye grupları değil; Türkiye sermaye sınıfının banka-sanayi sermayesi kimliğiyle tekelleşmiş firmaları da askeri sanayi alanında özel ayrıcalıklarla büyük yatırımlar gerçekleştirdi. Böylece Cumhuriyet tarihi boyunca gelişmiş tekelci sermaye gruplarına eklenen AKP’nin büyüttüğü sermaye grupları ile AKP iktidarı ve rejim arasında bir ortaklık zemini oluştu. Bu sanayinin gelişiminin de etkisiyle, AKP ile MHP ve askeri bürokrasinin geniş kesimleri arasında Lozan sınırlarından taşma, “Misak-ı Milli” içinde olup bugünkü sınırların dışında kalan toprakları ele geçirme, komşu ülkelerin topraklarına göz dikme gibi bir eğilim ortaya çıktı ve giderek güçlendi.
Kürt savaşı hem sahada, hem Türkiye’nin bütününde “terörle mücadele” kisvesi altında askeri, istihbari ve polisiye dahil güvenlikçi yöntemlerle devam ettiriliyor.
Ülke içinde Kürt halkının eşitlik ve özgürlük taleplerinin red ve inkârıyla beraber, ırkçı bir temelde geliştirilen Kürt düşmanlığı bölgesel yayılmacılığın temel nedenlerinden ve ideolojik hatlarından birisi haline geldi. “Kürtler gün yüzü görmesin” anlayışı, bölgede her gerici rejimle veya güçle ittifak ilişkileri kurulmasının temelidir. Afrin, Cerablus, El Bab ve Serêkaniyê- Girê Spî (Tel Abyad) bölgelerinden Kürt nüfusun sürülmesinden sonra buralara cihatçı selefi çetelerin iskân edilmesi, rejimin Kürt düşmanlığı için kimlerle ittifak kurabildiğinin bariz bir örneğidir.
TEK ADAM REJİMİ: HER ALANDA KRİZ
Türkiye Suriye’den İdlib’e, on binlerce selefi cihatçıyı himayesinde tutmakta, maaş ödemekte ve donatmaktadır.
AKP’nin siyasal İslamcılık üzerinden İhvancılarla ve adım adım en radikal selefi-cihatçı örgütlerle yakın ilişkiler kurması şaşırtıcı değildir. Böylece süreç içinde selefi cihatçılığı da içine alan AKP’nin Siyasal İslamcı ideolojik ekseni; rejimin devlet içindeki ortaklarının Lozan sınırlarından taşma, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve İttihatçılığın tarihsel mirasçısı olarak “Artık geri çekilmek yok” sloganıyla formüle edilen yayılmacı ideolojik ekseniyle, uluslararası ilişkiler alanında çakıştı.
Siyasal İslam’ın en yaygın örgütlenişi olan İhvan üzerinden bütün bölge ülkelerinin ve Afrika devletlerinin iç gerilim ve çatışmalarında taraf olmak; Suriye topraklarında DAİŞ kalıntılarını Kürt halkına karşı seferber etmek; İdlib’de El Kaide-Nusra unsurlarını Suriye-İran ve Rusya’ya karşı himaye altına almak, maaşa bağlamak; buradan devşirilmiş unsurları Libya’ya ve Ermenistan’a karşı savaştırmak üzere Azerbaycan’a taşımak devlet politikası oldu. Tarihi gerçeklerle hiçbir alakası olmayan Osmanlıcı hayaller yayan, sahte bir anti-emperyalizm üzerinden anti-semitizm ve Hristiyan düşmanlığı üreten TV dizileri ve benzer ideolojik aygıtları kullanarak, yayılmacı eğilimlerine toplumsal taban oluşturmak
Yeni Osmanlıcı-ulusalcı rejim ortaklarının temel yönelimleri haline geldi.
Türkiye Irak ve Suriye topraklarında sürekli askeri operasyonlar yürütmekte ve işgal bölgelerini elde tutmak amacıyla yığınak yapmaktadır. Libya’da açık bir askeri çatışmanın tarafıdır. Kıbrıs’ta 1974’ten bu yana adanın %37’sini, Kıbrıslı Türklerin çoğunluğunun da iradesine rağmen elinde tutmakta ve baskıcı bir rejimle yönetmektedir. Yemen’de, Somali’de, Nijerya’da iç çatışmaların tarafıdır. Mali’de darbecilerin arkasındadır. Gambiya ordusunun eğitimini yürütmektedir. Yunanistan ile Ege’de ve Akdeniz’de, Fransa Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle Libya’da, Ege’de, Akdeniz’de, Suudi Arabistan ve Bahreyn ile Yemen’de karşı karşıyadır. Azerbaycan ve Ermenistan geriliminde Azerbaycan’ın tarafında Ermenistan’a karşı savaş açmaya heveslidir. Rusya, Suriye ve İran ile İdlib’de çatışmanın eşiğindedir. Libya’da Rusya ile karşı karşıyadır. ABD tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı, 46 senedir devam eden silah satış ambargosunun, Trump yönetimince kaldırılması, rejimin Doğu Akdeniz politikasının sonuçlarından biridir ve Kıbrıs konusunda ABD ile ciddiye alınması gereken bir ayrışmaya ve uyarıya işaret etmektedir.
Maceracı dış politika ilanları, sert ve savaşçı bir dil ve büyük güçlerin uyarıları üzerine, radikal geri adımlar atma tutumunun örnekleri giderek sıklaşmaktadır. Bu örneklerin ve sahada yaşanacak olan insan, kuvvet ve pozisyon kayıplarının iktidar bloku içinde çatlaklar oluşturması ve bu çatlakların derinleşmesiyle devlet krizlerinin yaşanması muhtemeldir.
EKONOMİK KRİZDEN, KOŞAR ADIM ÇÖKÜŞE
Her biri bir ülke ekonomisini zor duruma sokacak maliyetler anlamına gelen, bu ekonomik, siyasi ve uluslararası politika tercihleri ortadayken; iktidar kurduğu yolsuzluk, israf ve gösteriş sisteminden zerre vazgeçmemektedir.
Bu koşullar altında 2012’den bu yana tıkanmaya başlayan ekonomi; 2016’da 15 Temmuz darbe girişiminin iktidar tarafından yeni bir rejim kurmak için fırsata dönüştürülmesiyle geri dönüşü olmayan bir kriz sürecine girdi. Ülkenin bütün ekonomik kaynakları Erdoğan ve yakınlarının tasarrufu altına alındı. Bütün kararlar tek adam tarafından alınır oldu. Karar süreçlerinin hızlandırılması adına atılan bu adım, bütün ekonomik ve politik kararların keyfileşmesine neden oldu. Pandemi de fırsat bilinerek ülkenin doğası, maden ve turizm şirketlerinin saldırı ve yağmasına teslim edildi.
2019 yılından itibaren giderek derinleşen ve rejimin ideolojik tercihlerle aldığı ekonomi yönetimine dair kararlarla geri dönüş imkanları ortadan kalkan ekonomik kriz, artık bir çöküş aşamasına geldi.
Ekonomik kriz, her zaman siyasi krizle birlikte gelişir. Bu defa kriz, ideolojik, ekolojik, ahlaki, askeri, toplumsal alanlardaki krizlerle birlikte, uluslararası ilişkilerde de ciddi bir kriz potansiyeliyle çok katmanlı bir kriz halinde derinleşiyor.
Ödemeler dengesi görülmemiş büyüklükte cari açık veriyor. Bütçe açıkları dev boyutlara tırmanıyor. Merkez bankası aralıksız para basıyor. Enflasyon ve kur yükseliyor. Türk lirasının değeri dünyada benzeri olmayan bir hızla düşüyor. İşsizlik büyük bir toplumsal felakete dönüşmüş; milyonlarca hane gelirini kaybetmiş durumda. Ekonominin bütün temel göstergeleri ağır, önlenemez ve yıkıcı sonuçları uzun yıllara yayılacak büyüklükte bir krize işaret ediyor. Ülkeyi, 2020’nin sonbahar aylarından itibaren, savaş yıllarında bile yaşanmamış çapta kitlesel işsizlik ve açlık bekliyor. Pandeminin önünün alınamaması halinde gıda tedarik zincirinin kopması tehlikesi gerçeklik kazanabilir.
Ekonomi yönetiminin açıkladığı rakamların, verdiği bilgilerin, istatistiklerin inandırıcılığı kaybolmuş, ekonomiyi günü birlik kararlarla yönetmenin ve keyfiliğin hâkim olduğu bir ortamda yerli ve yabancı yatırımcıların, ekonomi yönetimine ve Türkiye’deki hukuka güveni sıfırlanmıştır. Dolayısıyla Türkiye, yerli ve yabancı sermaye için yatırım yapılabilir olmaktan uzaklaşmıştır.
Rantın cazibesiyle uzun yıllar inşaat sektörü motor sektör olurken, inşaat dışı sektörler gerilemiş; şehirlerin içinde kalan fabrikalar arsalarının rant değerine tamah edilerek kapatılmış; sanayi ciddi bir tasfiye yaşamıştır.
İnşaat sektörünün büyümesine paralel olarak kayıt dışı ve güvencesiz çalışma yaygınlaşmış; işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi fiilen sıfırlanmanın eşiğine getirilmiştir.
Yolsuzluk ve ülke kaynaklarının yağmalanması bu olumsuz tablonun tamamlayıcısı olmuştur.
Bu çerçevede emekçi sınıfların kıdem tazminatı başta olmak üzere on yıllar süren mücadelelerin sonucu olan kazanımlarını ve güvencelerini gasp etme girişimleri gündemdedir. Merkez Bankasının salgın döneminde hız verdiği karşılıksız para basımı, başta 5 büyük inşaatçı holding olmak üzere sermaye sınıfına ucuz ve geri dönüşü beklenmeyen krediler şeklinde kaynak aktarımına dönüşmüş, doğa katliamı hız kazanmıştır.
Rejim bir yıldır dünyayı ve Türkiye’yi etkileyen pandemi karşısında halkı tamamen terk etmiş bulunuyor. İşçi ve emekçilerin pandemi koşullarında çalışmaya zorlanması salgının kontrol altına alınmasını güçleştiren etkenlerden biri olmuş, iktidar işçi ve emekçileri evlerinde tutmanın gerektirdiği doğrudan gelir sağlama yükümlülüğünden kaçmış ve sermayenin çarkları durmasın diye çalışanları ve ev halklarını salgının kucağına atmıştır.
İktidarın salgın hakkında verdiği bilgiler güvenilir değildir.
Dövize duyulan ihtiyaç nedeniyle, 2020 yaz başından itibaren salgına dair zaten güvenilir olmayan resmî açıklamalar, yabancı turistler gelebilsin diye tamamen gerçek dışı bilgilere dönüşmüş ve bu yalanlardan oluşan “iyimser” tablo, toplumun bütününde salgının sona ermekte olduğu algısı yaratmıştır. Sonuçta yabancı turist ve döviz beklentisi hayal kırıklığı ile sonuçlanırken, salgının yayılması yeniden hız kazanmıştır.
Kadınlar açısından pandemi dönemi var olan eşitsizliklerin daha da artmasına ve görünür olmasına yol açmıştır. Kadınlar erkeklerle aynı işkollarında eşit ağırlıkta çalışmalarına rağmen eşit ücret alamamaktadır. Kadınların işgücü piyasasına katılımlarının düşük olması, katılım sağlandığında düşük ücretli-güvencesiz işlerde istihdam edilmeleri; kayıt dışı sektörde çalışma, fason çalışma, ücretsiz aile işçisi olma; elde edilen gelir üzerinde söz sahibi olmama-gelirden yoksunluk vb. durumlar kadınların kriz/pandemi dönemi olsun olmasın maruz kaldığı durumlardır. Göçmen kadınlar ve ev işçisi kadınlar, en iyi ihtimalle belirsiz bir süre için işlerini kaybetmişlerdir. Neoliberalizmle birlikte bir taraftan kayıt dışı sektör geliştikçe kadın yoksulluğu artmakta, öte yandan yoksulluk arttıkça kadınlar güvencesiz işleri kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Pandemi öncesindeki verilere göre toplam kadın nüfusunun içinde, kırılganlığı en yüksek grup hanedeki bir diğer ferdin, genellikle de eşlerinin gelirine bağımlı yoksul ev kadınları olarak gösteriliyor.
Pandemi döneminde devletin sosyal yardım görevini yapmadığı veya bu süreci “sadaka kültürünü” pekiştirmek için bir fırsata dönüştürdüğü görülmektedir. Kadınlar sosyal destek alamamış, sağlık hizmetlerine erişememiş ve emek yoğun işlerin yükünü daha fazla çalışarak karşılamak zorunda kalmıştır. Kadınların toplumdaki eşitsiz konumları ve cinsiyete dayalı işbölümü daha da derinleşmiş, çalışan kadın yoksulluğu ve borçlu kadın yoksulların sayısı katbekat artmıştır.
Sosyal çözümlerin ve örgütlü direnme stratejilerinin yerini az da olsa yoksulluk yardımları almıştır. Bağımlılığı artıran, seçme şansını elinden alan, sürekliliği olmayan, koşulları belirsiz ayni yardımlar yerine kamusal kaynaklara dayanan hak temelli, süreklilik, düzenlilik ve nakdi olma özelliklerini içinde barındıracak bir biçimde destek mekanizması yapılandırılmamıştır. Kadınları koruyacak sosyal güvenlik ve güvence ağlarından da yoksun bırakılmaları hem iş hem de ev içinde yaşanılan çok boyutlu şiddetin de artmasına neden olmaktadır. Ayrıca, sağlık açısından alınması gereken önlemler (evde veya kapalı barınma mekanlarında kalma, okulların kapatılması vb.) şiddet uygulayanla, şiddete uğrayanı aynı mekanlarda daha uzun süre kalmaya zorlamaktadır. Yetkililer, buna karşı hiçbir önlem almamakla kalmamış, aynı zamanda var olan yasa ve uygulamaları hayata geçirme konusunda direnç göstermişlerdir. Pek çok yerde kadınlar kadın sığınaklarına gerçek bir tehdidin olmadığı gerekçesiyle kabul edilmemiştir. Şiddetin niteliğini ve sonuçlarını öngörebilecek herhangi bir kriter uygulanmaksızın kadınların maruz kaldıkları şiddetin hayatlarını tehdit etmediği söylenerek, tehdidin oluşmadığı durumlarda sığınaklara kabul edilmeyeceği bildirilmiştir.
Yoksulluk ve emek sömürüsü elbette sadece kadınları ilgilendiren bir durum değildir ancak kadınların daha yoksul olmasının ve etkilerini daha derinden hissetmesinin gerisinde hem toplumsal düzlemde hem de hane içinde kadınla erkek arasında var olan bu eşitsiz güç ilişkileri bulunmaktadır.
KRİZ SADECE EKONOMİDE DEĞİL!
AKP iktidarının ilk yıllarından itibaren sonuna kadar kullanılan geniş dış borçlanma imkanlarının tıkanması ve rant ekonomisinin duvara toslaması ile inşaat sektörü üzerinden yaşanan “pembe” dönem sona erdi. Ekonomik krizin yıkıcı sonuçları geniş toplum kesimleri tarafından hissedilir oldukça, iktidarın toplum desteği daralma eğilimine girdi. Rejim ise artan bir hızla gerçeklerden kopmaya, sorunlara çözüm bulmak yerine, sadece kendi ömrünü uzatmak için politika üretmeye odaklandı.
Bu çerçevede;
-
AKP ve müttefikleri iktidarlarının devamı için, esasen temelleri 12 Eylül darbesiyle atılan faşist-otoriter devleti 15 Temmuz sonrası tek adam rejimine dönüştürerek mantıki sonuçlarına taşıdılar. 12 Eylül darbesinin ürünü ve gerçek takipçileri olduklarını ortaya koydular.
-
TBMM büyük ölçüde etkisizleştirildi.
-
İktidar kontrol altına aldığı medya ve AK trol ordularıyla, sayıları çok az olsa da etkili muhalif medyayı baskı altına almaya, sosyal medyayı kısıtlamaya yöneldi.
-
Yargıyı tamamen baskı altına aldılar ve muhalifler üzerinde tam bir baskı aracı haline getirdiler.
-
Rejimin üzerinde yükseldiği ittifak, devlet içindeki yayılmacı, savaşçı, militarist ulusalcı unsurlarla genişledi.
-
Türkiye Cumhuriyeti selefi-cihatçı çetelerin koruyucusu ve bu çetelerin bölge halklarına ve kadınlara karşı işlediği suçların ortağı oldu.
-
AKP iktidarının ilk yıllarındaki muhafazakâr, piyasacı, liberal ve İslamcı ideolojinin yerini Osmanlıcılık aldı.
-
Güvenlik örgütleri büyüdü, genişledi ve çeşitlendi. Bekçilik yeniden kuruldu ve bekçilere silah verildi. Acil Takviye Gücü Müdürlüğü diye, yeni bir polis gücü şimdilik Ankara ve İstanbul’da kuruldu. TSK dahil bütün kurumlara kabul edilmek için AKP-MHP referansı esas oldu. Rejim, adeta bir işgalci gibi, Türkiye toplumuna karşı kendi savunma güçlerini inşa etti.
-
Güvenlik güçleri mensupları halka karşı işledikleri bireysel suçlarda bile yargılanmama/cezasızlık güvencesi ile donatıldı. Bu politika, Kürdistan’da sivil halka ve özellikle kadınlara karşı güvenlik görevlilerinin işlediği tecavüz, şiddet ve benzeri suçlarda özendirici, teşvik edici bir rol oynadı.
-
Bütün bu olağan dışı yönelim ve tedbirlere rağmen rejim, büyük bir hızla yönetme gücünü kaybetmektedir. Yönetememe krizi derinleştikçe, güvenlikçi politikalara daha çok ağırlık verilmekte; devlet içindeki kurumlar ve bloklar arasında gerilim ve çatışmalar gündelik olaylar haline gelmektedir. Toplumun konuşmasına konulan yasaklara ek olarak, artan bir hızla toplumun duyma, öğrenme hakkı kısıtlanmaktadır.
-
Siyasi krizin bir önemli göstergesi ise, iktidar blokunun, seçimleri kaybetse bile iktidarı normal yollardan devretmeye niyeti olmadığını ortaya koyan güçlü işaretlerdir. Bugün Türkiye’de “iktidar seçim yapacak mı?”, “Seçimi kaybetse iktidarı devreder mi?” gibi sorular en sık akla gelen sorulardır. Siyasi sistemin tanımlanmış yollarının işleyeceğine dair derin kuşkuların ortaya çıkması ve güç kazanması, siyasi krizin açık belirtilerindendir.
-
HDP ile muhalefet partilerinin arasına aşılmaz bir mesafe koymak ve böylece muhalefetin birleşik bir güç yaratarak iktidarı değiştirmesini önlemek amacıyla HDP etrafında bir düşmanlık duvarı örüldü. HDP’li belediye eşbaşkanlarının tamamına yakını üst üste iki dönem görevden alındı, yerlerine kayyımlar atandı ve eşbaşkanların çoğu uydurma gerekçelerle tutuklandı.
-
Kayyım politikası, halkın iradesini yok saymanın yanı sıra; köy yakma ve boşaltmalarla şehir merkezlerine yığılmış işsizliğe ve gelirsizliğe karşı halkın seçtiği yerel yönetimlerin çözüm geliştirmesini önleme ve halkı açlıkla teslim alma politikasıdır. Bütünşehir yasasıyla mahalle statüsü verilen merkez ilçeye bağlı köylerde hayvancılık yasağı uygulanması ve köylere sadece yaz aylarında giriş-çıkış izni verilmesi yüzünden tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin daraltılmış olması bu politikanın diğer unsurlarıdır.
-
Halkın iradesine karşı, yargıyı da alet ederek, seçim sonuçlarını tanımayan, darbeci uygulamalar Batı şehirlerinde de gerçekleştirildi.
-
Siyasi krizi derinleştiren bir önemli unsur ise başta ana muhalefet partisi olmak üzere mevcut partilerin muhalefet anlayışıdır. Ağır ekonomik kriz koşullarına, siyasi başarısızlıklara, yolsuzluklara, güvenilirliklerini kaybetmelerine rağmen iktidar blokunun toplumsal desteği hala azımsanmayacak düzeydedir. Bunun nedeni muhalefetin siyasi program unsurları üzerinden kendisini AKP-MHP bloğundan ayırma ve kendisini farklı bir programla halkın önüne koyma anlayışına sahip olmamasıdır.
Irak ve Suriye’ye askeri operasyonlar düzenlenir; Muhalefet sadece “askerimizin ayağına taş değmesin” açıklaması
yapar. Ayasofya camiye dönüştürülür, seccadesini kapan
Ayasofya’ya koşar. Milletvekili dokunulmazlıkları kaldırılır,
“Anayasaya aykırı ama olumlu oy vereceğiz” açıklaması
yapılır. Kürt şehirleri yerle bir edilirken muhalefet desteğini
sunar. Bütün komşularla çatışmanın eşiğinde yaşadığımız halde muhalefetten “Barış” sesi yükselmez. İktidar
halka sokakları yasaklar, ana muhalefet partisi de, HDP’nin “Demokrasi Hamlesi”ne “provokasyona yol açar”
diye itiraz eder, vb.
Çözüm olarak toplumun önüne konulan ise, sağ partilerle hiçbir programa dayanmayan seçim ittifakları yapmak; adını anmaya cesaretleri olmasa da, HDP’nin karşılıksız desteğini beklemekten ibarettir.
REJİMİN EKLEKTİK, YAMALI BOHÇA İDEOLOJİSİ
Rejim, uydurma, hayal ürünü, eklektik ve tutarsız bir Osmanlıcılık ideolojisi ile toplumu dönüştürme çabasındadır. AKP ile MHP arasında her zaman, şiddeti farklı olsa da, İslamcılık ortak paydası mevcuttu. Bu ittifaka en son eklenen ulusalcılarla birlikte ittifakın ideolojik ortaklığı Kürt, Ermeni, Yunanistan, sosyalizm ve anakronik bir “dış güçler, Haçlılar, Tapınak Şövalyeleri, vb.” düşmanlığı ortaklığından ibaret hale geldi.
Her faşist ideolojinin omurgası halk düşmanlığıdır. Ancak her defasında, ülkenin tarihinden ve kültüründen renklerle yeniden kurulur. Kızıl Elma, Osmanlı, fütuhat, Düvel-i Muazzama…Halk düşmanlığının bizdeki renklendiricileri bunlardır.
Topluma empoze edilmeye çalışılan bu ideolojinin temel unsurlarından olan “dış güçler” ile AKP arasındaki somut çıkar ilişkileri ise, imal edilmeye çalışılan ideolojinin en zayıf taraflarındandır.
Bu çelişkili ve çatışmalı ideolojik ortaklık; Türkiye toplumunun kimi muhalif kesimlerini düşmanlıklar üzerinden kapsıyor gibi görünse de, ittifak içinde bile bir birleştiriciliği yoktur. Diğer taraftan bizzat ülke nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan Kürt halkına husumeti kurucu unsur olarak tanımlayan bir ideolojik çatı; daha en başından krizdedir.
Ancak ne kadar tutarsız, ne kadar yalan-dolandan ibaret ve ne kadar saçma görünürse görünsün, Osmanlıcılık ideolojisi, bugünü yoksulluk ve çaresizlikle kararmış emekçilere, dünü ve hayali bir geleceği parlak renklere boyayarak sunmaktadır. Dolayısıyla her iddiasını ciddiyetle ele almak ve çürütmek gerekir.
KRİZE KARŞI MÜCADELENİN ÖZÜ
Krize karşı mücadelenin iki düzlemi var.
Birincisi, temsili siyaset düzlemidir.
Bu düzlemde yapılması önemli olan çalışmaları şöyle başlıklandırabiliriz:
-
TBMM’de temsil edilen veya yeni kurulmuş veya kuruluşu eski olsa da parlamento dışında kalmış, muhalif siyasi partilerin iktidara karşı seçimlerde veya seçimlerin öncesinde tekil konularda veya sürekli güç birlikleri geliştirmesi. Güç birliklerinin genişletilmesi.
-
Parlamento içinde grupların ve temsilcilerin iktidara karşı dayanışma içinde olması, birlikte tutum geliştirmesi.
-
Muhalif partilerin kendi başlarına veya başka partilerle birlikte, kendi seçmenleriyle meydanlarda, kapalı mekânlarda, mümkün olan her imkânı değerlendirerek halkın bir şekilde içinde yer alacağı politik faaliyette bulunması önemlidir.
Çünkü muhalif politik faaliyet gösteren partinin, sosyal demokrat, sağ, muhafazakâr, liberal vb. olmasından daha çok, halkın politik faaliyetin parçası olduğu her faaliyetin kıymet kazandığı bir dönemden geçmekteyiz.
-
Son yerel seçimlerde HDP’nin Kürdistan’da kazanmak politikası herkesin anlayacağı bir tutumdu. Ama batıda AKP’ye kaybettirme politikası stratejik sonuçlar yarattı. Bu stratejik hamlenin daha kalıcı ve etkili sonuçlar verememiş olması, temsili düzeyi aşan bir toplumsal örgütlülüğün yeterince gelişmemiş olmasındandır.
-
Temsili siyaset düzlemi çok önemlidir ve asla küçümsenmemesi gereken bir düzlemdir. Ancak temsili siyaset, sadece temsilcilerin, parlamento gruplarının, eş başkanların omuzlarına yüklenemez.
Krize karşı mücadelenin ikinci düzeyi, yerel ve katılımcı demokrasi düzlemidir. Bu düzlem yereldir, doğrudandır.
Geleceği bugünden inşa etmenin, yeni yaşamı kurmaya bugünden başlamanın, temsili siyaseti güçlendirmenin ve kazanımlarını kalıcı hale getirmenin yolu, siyasetin toplumsal düzeyidir.
Halkın yaşam ve üretim alanlarında dayanışma ilişkilerini yaratması, örgütlenmesi, giderek kendi hayatı hakkında doğrudan kendisinin karar vereceği özyönetim organlarını oluşturmasıdır.
Kapitalist-emperyalist sistemin küresel krizine karşı mücadelenin de, Türkiye’de yaşanan çok katmanlı krize karşı mücadelenin de özü, krizin işçilere, emekçilere, kadınlara, ekolojiye, ezilen halklara ve inançlara çıkardığı acı faturanın detaylı bir teşhiri ve bundan daha az önemli olmamak üzere toplumun bütün sınıflarının önüne bir alternatifin konulmasıdır.
Alternatif önermeyen mücadelenin kalıcı bir toplumsallık kazanması mümkün değildir.
Kılı kırk yaran, detayları atlamayan, somut, yorulmak bilmeyen bir teşhir!
Teşhiri sanal ortamlardan her zaman yüz yüze ilişkiye taşıyan, muhatabının gözüne bakarak konuşan, insana dokunmayı esas alan bir siyasi çalışma!
Her sorunu ve her ilişkiyi bir örgütlenme imkânı olarak ele alan çalışma tarzı!
Her alanda haklı, somut, sistem içi veya sistem dışı olduğuna değil; yığınları haklılığı ve gerçekleşebilirliğiyle örgütleyecek ve harekete geçirecek; sistemin dışına bu örgütlülük ve harekete geçiricilikle halk yığınlarını taşıyacak talepler formüle etme!
Daima yerele yönelen ve yerelde meclisleşmeyi önüne hedef olarak koyan bir HDK bakış açısı!
AKP-MHP iktidarına karşı, hayatın her alanında direnişi örgütleme; demokrasi güçlerinin en geniş ittifakını oluşturma;
Tecrit politikasını kırmak için direniş;
Faşizme, ırkçılığa ve savaş politikalarına karşı Devrimcilerin birleşik mücadelesini örme;
Bunlarla birlikte mutlaka kapitalizmin ve bütün insanın insana ve doğaya tahakkümüne dayanan toplumsal formasyonlara karşı Yeni Yaşam’ın bir alternatif olarak somutlanması!
Krize karşı toplumsal zeminde mücadeleyi geliştirmenin yolu bunlardır ve bu cümlelerin hiçbirisi yeni değildir.
HER ŞEYİ YERE VE YERELE İNDİRELİM!
Her sözün, her analizin yaşanan çok yönlü krizin mağduru olan işçilerin, emekçilerin, yoksulların, kadınların, ezilen ve yok sayılan halklardan insanların diline çevrilmesi, yerele, insana indirilmesi lazım.
Uygulayacağımız her politika ve örgütlenme çalışması var olan güç ilişkilerini değiştirmek, eşitlemek üzere yapılmalıdır.
Pandemi sürecinin başında dile getirdik. Rejim sadece kendi yandaşlarını cezaevlerinden dışarı çıkarmak için pandemiyi bir fırsat olarak gördü. Esasen bir af yasası olan düzenlemeyi yaptı.
Salgın şu anda ciddi bir yayılma halinde. Sözkonusu af yasasının kapsamı derhal genelleştirilmelidir.
Geri dönüşü olmayan maliyetler çıkmadan önce;
Kadına karşı suç işlemiş failler dışında, cezaevleri boşaltılmalıdır.
Bu süreçte kriz derinleştikçe var olan eşitsizlikler artmaktadır.
Pandemi nedeniyle işini kaybetmekte ön sırada yaşlılar ve kronik hastalığı olanlar bulunuyor. Bu konuda her zaman ön sırada olan kadınlar pandemi döneminde işsiz ya da işlerini kaybetmiş değillerse güvencesiz, kayıtdışı işleri ve düşük ücretleri kabul etmek zorunda kalıyor. En çok kayba uğrayanlar da genellikle eşlerinin gelirine bağımlı olan yoksul ev kadınları.
İşini, gelirini kaybeden; halen çalışıyor olsa bile, pahalılık ve enflasyon karşısında aldığı ücretin her gün eridiği hanelerde krizin faturası en çok kadına çıkıyor.
Kriz ve salgın evin içine, kadına yönelik daha çok şiddet olarak yansıyor.
Krizin, LGBTİ+’lar düzlemindeki yansıması ise, özellikle hizmetler sektöründe ve enformel işlerde güvenceden yoksun çalışan LGBTİ+’ların bu süreçte işlerini kaybetmeleri, hayatlarını sürdürebilecek bir gelirden yoksun kalmaları, evlerine geri dönmek zorunda kalan LGBTİ+ üniversite öğrencilerinin aile baskısı ve şiddetine maruz kalmaları, şeklinde karşımıza çıkıyor.
Diğer yandan Saray AKP-MHP rejiminin LGBTİ+’lara yönelik ayrımcı, dışlayıcı ve düşmanlaştırıcı söylemlerinde ve LGBTİ+’ların yaşam alanlarını daraltan uygulamalarında giderek bir artışın yaşanıldığına tanık olunuyor. Pandemi süreci ile birlikte söz konusu söylem ve pratikler daha da yoğunluk kazandığı, LGBTİ+’ların her fırsatta hedef haline getirildiği açık. Rejim, kadınları ve LGBTİ+’ları şiddetten korumaya dönük İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek için bu sözleşmenin eşcinselliği teşvik ettiği yalanına sarılıyor.
-
Tüm KHK’lılar derhal işine dönmelidir. Atama bekleyen on binlerce sağlık mesleği mensubu ve öğretmenin ataması derhal yapılmalıdır.
-
Sağlık hizmetleri kâr konusu olmaktan çıkarılmalıdır. Toplum sağlığını koruma hedefi doğrultusunda sağlık hizmetleri hızlı bir şekilde kamulaştırılmalıdır.
-
Bütçeye yük oluşturan ve hastaların sağlık hizmetlerine erişimini güçleştiren şehir hastaneleri modelinden vazgeçilerek kent merkezlerindeki devlet hastaneleri yeniden hizmete açılmalıdır.
-
Herkesin eşit ve adil bir biçimde aşılara ulaşmasını sağlayacak bir planlama yapılmalıdır.
-
Her haneye, devlet temel gelir sağlamalı, temel gelirde kadınlara öncelik verilmelidir.
-
Bütün işsizler ve ücretliler için elektrik, doğal gaz ve su faturaları hükümet tarafından ödenmelidir.
-
Eğitim yaşındaki her çocuk için devlet tablet bilgisayar ve sınırsız internet sağlamalıdır.
-
İşten çıkarma yasaklanmalıdır.
-
İşsizlik fonunun hükümet tarafından yağmalanmasına son verilmelidir. Bu fon, amacına uygun olarak işsiz kalan çalışanlar için kullanılmalıdır.
-
Bireysel Emeklilik Sigortasında birikmiş tasarruflara hükümet tarafından el konulması gasp eylemidir. Kanunsuz olarak el konulan kaynaklar derhal iade edilmelidir.
-
Yaşlıların pandemi koşullarında kaderine terkedilmesi kabul edilemez. Mevcut durumda çoklu hastalıklara sahip bulunan yaşlıların bakım yükümlülüğü genellikle ailelere yüklenmektedir. Devletin sahip olduğu huzurevleri ve yaşlı bakımevleri yaşlılara palyatif bakım verme mantığının uzağında kurgulanmıştır. Her yaşlının ücretsiz ve nitelikli bakım alabileceği devlete ait palyatif bakım merkezleri mevcut değildir. Bu alan tamamen yaşlılardan ve ailelerinden yüksek ücretler talep eden özel sektörün inisiyatifine bırakılmış haldedir. Oysa devlet yaşlıların bütün temel ihtiyaçlarını karşılamaktan sorumludur.
-
Pandemi sürecinde verilmiş bütün maden tetkik, arama ve işletme ruhsatları iptal edilmelidir.
-
Pandemi sürecinden faydalanarak, turizm şirketlerine verilen doğal çevreyi tahrip edici arazi tahsis ve inşaat izinleri derhal iptal edilmelidir.
-
Tarımsal üretim amaçlı üretici kooperatiflerinin izin, ruhsat ve teşvik kararları öncelikle çıkarılmalıdır.
-
Bir sosyal kooperatif modeli olan sağlık kooperatifçiliği teşvik edilmeli ve geliştirilmelidir.
-
Devlet kadınların ve LGBTİ+’ların haklarını gasp etmek yerine 6284 sayılı yasayı ve İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamalıdır.
KAPİTALİZMİN KRİZİNE, FAŞİZME, SÖMÜRGECİLİĞE, IRKÇILIĞA, AYRIMCILIĞA KARŞI MÜCADELE YENİ YAŞAM İÇİN MÜCADELEDİR.
Kapitalizmin küresel krizi dünyanın her yanında baskıcı, otoriter, faşist, sömürgeci politikalara yol açıyor; savaş tehdidini güçlendiriyor.
Dünya halkları bu yönelişlere karşı, kendi tarihi deneyimlerinden esinlenen; ama kimi yönleriyle bu deneyimleri zenginleştiren pratikler geliştiriyor.
Paris proletaryası, 1871’de bu yolu açmıştı. Marks ve Engels bu kısa ama ilham verici deneyim üzerine önemli makaleler kaleme aldı. Lenin Devlet ve İhtilal’de Komün’ün ve bu deneyimden çıkarılan derslerin 1917 Büyük Ekim Devrimi için açtığı ufku anlattı.
Komün’ün ana fikri yeni bir toplum ve yeni bir yaşam inşa etme yeteneği olan yegâne gücün, yerel iktidar organlarını yaratmış özgür üreticiler olduğudur. Komün bunu şehirli proletaryanın öz örgütlenmesi olarak yaşadı. Ekim Devrimi “İşçi ve Köylü Sovyetleri” olarak, yerel iktidar organları fikrini büyük sanayinin içinde ve etrafında geliştiği şehirlerden çıkarıp kırlara taşıdı.
Bu fikirler kaleme alındıktan sonraki yıllarda insanlığın yaşadığı tecrübeler, konunun özünü değiştirmedi; ama toplumsal değişimleri daha detaylı kavrayan tanımlar yapmamıza imkân sağladı.
Şimdi on binlerce işçinin çalıştığı fabrikalar yok. İşçi sınıfı kendi içinde çeşitli alt gruplara sahip. Geçmişte işçi sınıfının dışında olan beyaz yakalılar, artık sınıfın bir parçası. Diğer taraftan tekelleşme küçük ve orta ölçekli üreticileri işçi sınıfıyla birlikte davranmaya daha yatkın hale getirdi.
Yaşanan on yıllar boyunca, insanlık kapitalizmin, hepimizin evi olan gezegenimize nasıl yıkımlar getirdiğini görmeye başladı. Canlılar arasında bir hiyerarşiyi reddeden, doğanın tahribine karşı çıkan; ekolojik sistemi korumayı, yeryüzündeki hayatı korumak olarak gören bir anlayışla, bir gezegen ahlakı geliştirmeden yeni bir yaşam kurmanın imkânı yok.
Toplumsallığa paralel gelişen ekolojik toplum ve komünal ekonomi kadından ve kadın emeğinden bağımsız ele alınamaz. Belli bir tarihsel döneme adını veren bu toplumsal ekonomi bugünün en önemli ihtiyacı olarak karşımıza çıkıyor. Her türlü alternatifin olmazlığı (teorisi) üzerinden inşa edilen ve yükselen kapitalizm o yüzden bu kadar saldırgan ve cinsiyetçi.
Beslenme yaşamsal alanın örgütlendirilmesinde belirleyicidir. Bedeninden yaşamı yaratan ve besleyen kadın toplumsallığı ve toplum varlığını sürdürmede kurucu rolü ile belirleyicidir. Yaşama yoğunlaşma toplumsal görev ve sorumluluklara yoğunlaşma kadını yetkinleştirir ve toplumsal yaşama yön veren konumunu güçlendirir.
Toplumsal olanı kurucu konumunda olan kadın, yaşamı, üretimi ortak düzenleme planlama ihtiyaç fazlasının hangi amaçla kullanılacağına birlikte karar verme ve toplumsallığı geliştirme hafızası ve deneyimine sahiptir. Yerleşik yaşamın öncüsü olan kadınlar doğanın üzerinde tahakküm kuran değil kendini doğanın parçası olarak gören doğaya köklü bağlılığı olan aynı zamanda doğanın en iyi öğrencisi ve dostudur. Bu bağlamda ekolojik yaşamın inşa edilmesinde de kadın öncü olacaktır. Toplumsallığın örülmesinde iktidarı değil karşılıklı özen ve sevgiyi temel alan kadın adil bölüşümün de öncüsü olacaktır.
Sistem, kadını ötekileştirdiği oranda toplum ve yaşam dışıdır. Bu farkındalığın toplumsallaşması yeniden kadının kurucu rolüne işaret edecektir.
Bu anlamda ilk olarak sistemin cinsiyetçi kodlarını toplumsal hafıza / gerçeklik ışığında mahkûm etmek ve mücadelesini vermek gerekir. Tarihsel olarak çok yeni bir geçmişi olan bu sistem değişmez değildir.
Ayrımcılığa ve ötekileştirmeye maruz kalan çeşitli inanç grupları, LGBTİ+, yaşlılar, özgürce ve eşitlik içinde, hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadan var olabilecekleri bir hayatı, emekçilerle birlikte inşa etmeye katılmaya başladılar. Emekçiler arasında ise, ayrımcı anlayışlar artık daha çok tartışmaya açılmış durumda. Dolayısıyla işyerlerinde, fabrikalarda, köylerde, çiftliklerde, mahallelerde, maden için yok edilen ormanlarda, maden sahalarında vb. vb. yerel meclisler halinde örgütlenerek; bütün çeşitliliğimizle mücadele ederek, kendi hayatımız hakkındaki bütün kararları bu meclislerde vererek yeni bir yaşamı bugünden inşa etmeye başlayabiliriz.
Yeni Yaşam, Komün’dür, Ekim Devrimi’dir, Uzun Yürüyüş’tür, Küba’dır, Rojava’dır. Dünyanın dört bir yanında halkların sisteme karşı direnişte yarattıkları halkın birlikte yaşama pratikleridir. Bu pratikleri birbirinin aynısı yapmaya çalışmadan, birbirinin parçası yapmaya çalışmak, bugünün devrimci ve enternasyonalist görevidir.
Kadın özgürlükçü, ekolojik, komünal Yeni Yaşam, bütün çeşitliliğiyle toplumsal bir hareket tarafından inşa edilebilir.
Yeni yaşamın temelleri bugünden ve yerelde atılabilir.
Yeni Yaşam dayanışmadır, paylaşımdır.
Yeni Yaşam’ın ezberi yoktur.
Yeni Yaşam üreticidir. Üretimi toplumsal ihtiyacı gözeterek yapar.
Yeni Yaşam çok kültürlüdür. Çoğulcudur. “Ötekini” anlamak ister. Bu yüzden dili barışın dilidir.
Yeni Yaşam direniştir. Her türlü baskıya, şiddete, haksızlığa, adaletsizliğe direnerek kendini var edebilir. Bugün de AKP-MHP rejimine karşı toplumsal bir direnişi örgütleyerek var olacak ve kendi yolunu açacaktır.
Yeni Yaşam devrimdir; yeniyi kurmak amacındadır. Yeniyi kurarak kendisini var edebilir ve geliştirebilir.
Yeni yaşam yerelde, meclisleşmeler üzerinden yaşam bulur. Ama varmak istediği yer yerel değildir, bölgesel değildir. Sınırları ve sınıfları kaldıracak olanların, “Yurdumuz bütün cihandır bizim” diye yola çıkanların ortak düşüdür.
Bu düşü adım adım gerçeğe dönüştürmek için, çoğala çoğala; örgütlene örgütlene yürüyoruz. Yolumuz açık olsun!
Yazarımızın daha önce yayınladığımız yazıları
Siyasal İslam Değişiyor mu? Değişince ne oluyor? / 30.01.2021
Azerbaycan Aşkımız: Bir Millet İki Devlet! / 30.01.2021
Yunanistan’a Hitler gibi Girecek miyiz ?
Petrolün ve Savaşın Eşiğindeyiz / 30.01.2021
Askeri Darbe Nedir, Darbeciler Kimlerdir! / 30.01.2021
Kriz Alfabe’nin Dışına Çıktı / 30.01.2021
Devlet’te Eski Akıl, Yeni Akıl: Sirte ve İdlib / 30.01.2021
“Biz Burada Başkasının Irkçısını Sevmeyiz Ahbap!” / 30.01.2021
Amiral Cihat YAYCI’nın Tasfiyesi ve Devlet İçinde Taht Oyunları / 30.01.2021
Ekonomide Deniz Bitti / 30.01.2021
Krizden Halkçı Devrimci Bir Çıkış Mümkün mü ? / 30.01.2021
Erdoğan’ın İktisadi Dehasının Sınav haftası / 30.01.2021
İktidarın El Değiştirmesi Üzerine Senaryolar / 30.01.2021
Uyanmasın Diye Kendisine Savaş Açılan Toplum / 30.01.2021
“Artık Geri Çekilmek Yok” Rejimin İdlib İle İmtihanı / 30.01.2021