Türkiye tuhaf bir ülke: Gazetelerin heyecanlı başlıklarına, televizyonların şamatasına bakılırsa her gün büyük hadiseler, derin altüst oluşlar yaşamaktayız.
Halbuki Türkiye kadar, siyasi çehresi az ve yavaş ve daima daha karanlığa ve otoriterliğe doğru değişen ülke çok azdır.
Türkiye’nin ait olduğu ittifaklar, mensubu olduğu stratejik bloklar neredeyse ayda bir değişiyor. Alt alta yazarsanız “stratejik ortağımız” olan bir çok ülke var ve aynı ülkelere karşı, kısa aralıklarla adeta savaş ilan etmenin eşiğine geliyoruz.. “Ezana ve bayrağa düşman”, “haçlı”, “Türkiye’yi bölmek ve parçalamak isteyen” ve “terörist örgütlere destek veren” bu devletlerin başkanlarıyla “tarihte olmadığımız kadar yakın” fotoğraflar çektiren Erdoğan, “yakın dostum” demeyi her defasında ihmal etmediği aynı kişilerin, Türkiye’yi kıskanan veya ekonomimizi çökertmek isteyen politikalar izlediğini sadece ülke içinde değil; BM kürsüsünde bile iddia ediyor.
Bir gün NATO’nun sadık üyesiyiz. Bir gün Avrasya Bloku’na katılıyoruz. Erdoğan, Putin’e, “Şanghay Beşlisine bizi neden almıyorsunuz?” bile dedi. Ama Suriye ve Rusya güçleri İdlib’teki teröristleri bombalamaya başlayınca, başta ABD olmak üzere, Batılı emperyalistleri Suriye’ye askeri müdahalede bulunmaya davet etmeyi de eksik bırakmadı.
Bu hayhuy, fırtına esnasında bir denize benziyor: Yukarıda gürültü, kıyamet ve yüzeyin hemen altında sessiz, hareketsiz, neredeyse kımıltısız bir süreklilik.
Bunları şundan söylüyorum. Bir hafta önce Türkiye McKinsey şirketi ile Türkiye arasında yapıldığı Bakan Berat Albayrak tarafından açıklanan anlaşma, bir hafta içinde iptal oldu. “ McKinsey anlaşmasını eleştirenler, bunu ya cehaletten ya ihanetten yapıyorlar” twitinin mürekkebi kurumadan, damat Bakan’ın yaptığı anlaşma iptal edildi.
“TULUMBADA SU YOK”
Peki şimdi ne olacak?
Erdoğan, “Kriz mriz yok, manipülasyon var”, “Ekonomimiz dış saldırı altında.”. “Bu bizim krizimiz değil” dese de, bir ekonomik krizin içine girildiği, Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimlerinin, bir buçuk yıl öne alınması ile ilan edilmişti.
16 yıllık AKP iktidarı döneminde her borçlanma imkanı bulunulduğunda borç alınması; devletin ve özel sektörün toplam dış borcunu 460 milyar dolar mertebesine ulaşması ile sonuçlandı. Bu borçlar ağırlıkla yol, köprü, tünel gibi alt yapı yatırımlarına ve inşaat gibi ihraç ürünü yaratmayan bir sektöre kullanıldı. Amerikan Merkez Bankasının 2013 yılından itibaren yaptığı uyarılardan sonra başlattığı faiz artırımlarıyla, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin uluslararası finans piyasalarından yakın geçmişte kolay, ucuz ve bolca bulabildiği borçlanma imkanları daraldı. Ekonominin kırılganlıklarının artması nedeniyle riskler yükseldi ve 15 Temmuz sonrası OHAL ile zirve yapan hukuksuzluklar yüzünden borçlanma maliyetleri çok yükseldi.
Yıllık 50 milyar doların üstüne çıkan cari açık; giderek daha yüksek faizlerle gerçekleşen borçlanmalar ve çevrilmesi artık imkansız hale gelmiş dış borç ödemeleri Erdoğan’ı “tulumbada su yok” itirafına taşıdı.
Bu noktaya gelinmesinde elbette AKP iktidarının hesapsız borçlanması; borçları katma değer yaratan alanlara yönlendirecek vizyondan yoksun olmaları, emsalsiz bir yolsuzluk sistemi kurmuş olmaları; ülke kaynak ve imkanlarının adeta yağmalanması rol oynamıştır.
Ama Türkiye ekonomisi zaten kriz üreten bir işleyişe sahiptir. Bu mekanizma anlaşılmazsa; sanki AKP öncesinde kriz yokmuş gibi düşünülebilir. Böylece 1950’deki iktidar değişiminin, 27 Mayıs 1960’ın, 12 Mart ve 12 Eylül’ün 2002’de AKP’nin iktidara gelişinin ve Başkanlık sistemi ucubesinin ekonomik arka planları anlaşılamaz.
Ve kriz üreten yapı, Türkiye’ye özel değildir, uluslararası sistemin bağımlı ülkelere empoze ettiği bir modeldir.
SİSTEMİN KRİZİ VE SAVAŞ SONRASI
1929-30, Büyük Buhran olarak anılır. Sovyetler Birliği tarımda, sanayide ve teknolojide büyük atılımlar yaparken, kapitalist dünya arz fazlası ve talep yetersizliği nedeniyle krize girdi. Firmalar üretimi daraltmak için, işçilerini çıkardılar. Kitlesel işten çıkarmalar talebi daha da düşürdü. İşyerleri kapandı, milyonlarca işçi sokağa atıldı. Açlık ve sefalet yayıldı. Komünist partiler güçlendi, kitleselleşti, militanlaştı. Uluslararası ticaret neredeyse sıfırlandı, sermaye ihracı durma noktasına geldi. Bu da bağımlılık ilişkilerini zayıflatmaya başladı.
Türkiye gibi pek çok ülke ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ithal ikameci bir sanayileşmeye yöneldiler ve bunda ciddi mesafeler aldılar. Türkiye bu konuda Kuzey komşusu SSCB’den büyük destek gördü. Batı ise krizden çıkış için sermayenin merkezileşmesi, anonim şirket ve holdingleşme tarzında örgütlenmesinin hızlanması; sermayenin hissedarlardan sağlanması, yönetimlerin ailelerden profesyonel yöneticilere geçmesi ve nihayet devletin tekelleşen sermaye ile bütünleşmesi yönelişlerine girdi. Bu aynı zamanda dünyanın ekonomik kaynaklarının ve pazarların yeniden paylaşımı için başlayacak II. Dünya savaşının hazırlığıydı.
Savaş bütün yıkıcılığıyla yaşandı.
Savaş sona ermeden, Soğuk Savaş başladı. SSCB’nin savaşın muzafferleri arasında olması yetmiyormuş gibi, Doğu Avrupa’da Demokratik Halk Cumhuriyetleri ortaya çıkması ve Batı Avrupa’nın savaşta ağır bir yıkım yaşamış olması, hem ulusal hem uluslararası düzeyde Keynesçi politikaları zorunlu kılmıştı.
Devletler gelir dağılımını düzenleyici ve talep yaratıcı roller üstlendi; İşsizlik ücretleri, sağlık ve eğitimde devletin payının büyümesi gibi adımlar atıldı. Böylece, işçi ücretlerini yükselterek, sermayenin iç çelişkilerini ve sermaye ile işçi sınıfı arasındaki gerilimleri yumuşatmak ve işçi mücadelelerini fabrika içine ve ücret mücadelesine hapsetmek amaçlanıyordu.
Bu amaçlara kapitalist sistemin bütününde ulaşabilmek için hegemonik bir devlete ihtiyaç vardı. Savaş öncesinin hegemonik devleti İngiltere’nin egemenliği serbest ticarete dayanıyordu. Savaş sonrasında öne çıkan ABD’nin hegemonyası ise sermaye hareketlerinin serbestiyetine dayanıyordu. Serbest ticaret ikinci plandaydı: Malların dolaşımına karşı koruma; sermayenin dolaşımına özgürlük!
ABD hegemonyasının ihtiyaç duyduğu araç ve mekanizmaların tamamı; sanki savaş ABD için “Allah’ın bir lütfu” imişcesine silahlar susar susmadan yürürlüğe girdi:
Uluslararası Para Fonu (İMF) 1944’te Bretton Woods anlaşmasıyla kuruldu. ABD ile bağımlılık ilişkileri içinde olan ülkelerde ekonomik kriz her çıktığında; İMF bu ülkeleri, krizin faturasını halka çıkararak, paralarını devalüe ederek, böylece ucuzlamış ihraç mallarını daha kolay satarak, borçlarını ödeyebilir hale gelmeye zorlayacaktı.
Aynı anlaşmayla WORLD BANK (Dünya Bankası) da kuruldu. Savaş sonrasında harap olan Avrupa ve çevre ülkelerin imarını ve kalkınmasını vereceği fonlarla destekleyecek ve yönlendirecekti.
Ve Bretton Woods Anlaşmayla, dünyanın rezerv parası olarak dolar sisteme empoze edildi. Başlangıçta altına endeksliydi. 1971’de Vietnam savaşının Kamboçya ve Laos’a yayıldığı ve ABD’nin Çin Halk Cumhuriyetini tanıdığı günlerde doların altınla bağı koparıldı. Artık dolar getirene altın ödenmeyecekti.
Avrupa’ya hızla ABD sermayesi fonlar aktardı ve bu fonlarla Amerikan teknolojisi alındı. Avrupa sermayesinin toparlanması ve Dünya ekonomisinin büyümesi, ABD sermayesinin büyümesini hızlandırdı.
Türkiye gibi az gelişmiş ülkeler ise, Amerikan sermayesi için hem bir Pazar, hem de ucuz işgücü kaynağı durumundaydılar. Bu yüzden hem mal, hem de sermaye ihracı için koşulların hazırlanması gerekiyordu. Zaten Türkiye gibi bazıları 1930 Bunalım ve sonrasında kendi sanayilerini bir ölçüde kurmuş ve geliştirmişlerdi. Bu bakımdan daha ileri bir sanayileşmeye ihtiyaç duyar haldeydiler. İç pazarları genişti ve geliştirilmeye ihtiyaç duyar haldeydi. Dolayısıyla iç pazara yönelik bir sanayileşmeye hazır durumdaydılar.
ABD sermayesi ithal ikameci ve korumacı politikaları destekledi. Bu önlemler, yerli sanayii korumaktan çok, yerli ortaklarla çalışan yabancı sermayenin ülke içinde tekelleşmesinin imkanlarını sağlıyordu. Yüksek fiat, kar transferleri ve talep yaratmak maksadıyla ülke içindeki diğer sektörlere göre yüksek sayılacak ücret düzeyi bu sanayileşmenin özelliklerindendi. Ancak yapılan üretimin ara malları, lisansıyla üretim yapılan çok uluslu şirketten ithalat yoluyla sağlandığı için, üretim ne kadar artarsa, ithalat da o ölçüde artıyordu Ödemeler dengesinin süreklilik kazanan açıklarının kapatılması için de geleneksel ihraç ürünlerinin uluslararası piyasalarda satışını arttırmak maksadıyla, sürekli devalüasyonlar ve dış borçlanma gerekiyordu.
Avrupa’nın 1960’larda sanayiini kurmak ve geliştirmek için ABD’nin resmi veya özel fonlarına ihtiyacı kalmadı. Az gelişmişler ve bu arada Türkiye sanayileşmesini sürdürebilmek için borçlanmaya devam ettiler. Borçların ödenemediği ve kriz çıktığı durumlarda İMF bu ülkelere düşük faizli krediler açtı ve krizlerin faturasının halka ödetilmesi anlamına gelen acı reçeteler empoze etti..
ABD ise, acı reçetelere karşı ortaya çıkabilecek anti-emperyalist ve anti-kapitalist toplumsal tepkileri ezerek; o ülkenin bağımlılık ilişkileri içinde tutulması için askeri darbelerin yapılmasını, faşist veya otoriter rejimlerin kurulmasını teşvik etti. Bütün bunları Soğuk Savaş boyunca “komünizm tehlikesi” ile gerekçelendirdi. Soğuk Savaş boyunca bütün Latin Amerika ülkeleri, İspanya, Portekiz, Yunanistan, Türkiye, hatta İtalya otoriter rejimler veya askeri darbelerle veya darbe tehdidiyle yaşamak zorunda kaldı.
KRİZE KOŞAN ÜLKE
Bu kısır döngü bugün de işlemeye devam ediyor.
Ancak 1980 sonrasında Özal’la birlikte Türkiye zenginlerin, zenginliklerini göstermekten kaçındıkları; bunun görgüsüzlük sayıldığı bir ülke olmaktan çıktı. Lüks tüketim amaçlı ithalat hızlandı. Yüksek gelir gruplarının sadece milli gelirden aldığı pay değil; yaşam tarzları da diğer toplum kesimlerinden farklılaştı. İthalat ve dövizle ilgili kısıtlamalar kaldırıldı.
Krizlerin derinliği artmaya başladı.
2002 krizi, Özalla başlayan, Demirel ve Çiller Hükümetleriyle devam eden borçlanma, cari açık, lüks tüketim; üretim, altın veya döviz karşılığı olmayan, yani karşılıksız para basılması gibi uygulamaların sonucu olarak geldi. Neredeyse TBMM’deki bütün partileri yerle bir etti ve AKP’ye iktidarın yolunu açtı.
Bugünkü kriz ise hesapsız borçlanmanın; halkı borçlanmaya teşvik etmenin, yolsuzluk ekonomisinin, görülmemiş bir lüks ve israfın, banknot matbaasında fazla mesainin ve 1946’dan bu yana işleyen kriz mekanizmasının sonucu olarak kapımıza dayandı.
Borcu çevirmek, bu amaçla borç bulmak mümkün değil. Enflasyon katlanarak yükseliyor. Tarihte görülmemiş faiz artırımları enflasyona yetişemiyor. Devleti yönetenlerin gerçeklikle bağı tamamen kopmuş, israf hız kesmiyor. Türkiye hem devlet, hem firmalar ve hem de aşırı borçlu vatandaşlarıyla kara bir kışa giriyor. İktidarları savuracak, tahtlar yıkacak bir kara kış. Bütün bunlar, Türkiye’nin önünde, gene bu iktidarın yarattığı ağır dış politika çıkmazları ile eş zamanlı gerçekleşiyor.
McKinsey İMF’nin kapısına gitmeden önce bir zaman kazanma girişimiydi. Bir parçacık inandırıcılık satın almak ve böylece biraz daha borç bulmak; İMF’nin kapısına yerel seçimden sonra gitmek. Hesap buydu ve McKinsey’le bile para bulamayacaklarını gördükleri için anlaşma iptal oldu.
Yerel seçimler olmayabilir. Meclis askıya alınabilir. Bütün seçimler çok çok erkene alınarak tekrarlanabilir. Veya Türkiye daha zor seçimlere zorlanabilir.
Türkiye bedeli ağır seçimlerin önünde.