GİRİŞ: BİRAZ FANTEZİ:
OSMANLI İMPARATORLUĞU VE SOVYETLER BİRLİĞİ
Yazımızın bu giriş kısmını, değerli okuyucularımızın ciddi ve rasyonel bir tahlil olarak değil, bir tür “entelektüel eğlencelik”, “hoş bir fikir jimnastiği” olarak okumalarını rica ediyoruz. Böyle bir bölüme niye gerek görüldüğü, bölümün sonunda açıklanacaktır.
Burada Osmanlı İmparatorluğu ile Sovyetler Birliği arasında paralellikler kuracağız. Akla gelen soru bellidir: “Bu nasıl olur? Biri emekçiler ve ezilenler tarafından tarihte kurulmuş ilk işçi devleti, öbürü ise tarihte birçok benzeri olan ve sınıf egemenliğine ve baskı/sömürüye dayalı bir imparatorluk. Hangi paralellik?”
Bu soru haklıdır (ve zaten bu yüzden de) bu bölüm sadece analojilere dayanan bir düşünsel fantezidir. Ancak aradaki kimi benzerlikler de gözden kaçmayacak kadar nettir:
Birincisi, çok farklı, hatta zıt sınıfsal nedenlerle de olsa, her iki devlet de Batı’nın, Batı Avrupa’nın uzun bir süre “1 numaralı düşmanı” olmuştur. SSCB, temsil ettiği sınıfsal proje yüzünden, Osmanlı ise Avrupa’nın Hristiyan feodallerinin topraklarında elde ettiği genişleme dolayısıyla. Osmanlı yüzyıllar boyu Avrupa feodallerinin ve aristokratik yönetimlerinin baş düşmanı, sonra da gelişen Avrupa burjuvazilerinin ayak bağı; SSCB ise sosyalizm projesiyle Avrupa’nın emperyalist burjuvazilerinin korku kaynağı olageldi. Batı Avrupa egemenleri 400 yıl boyunca kendi halklarını “barbar Türk korkusu” ile, sonraki 70 yıl boyunca da “kızıl tehlike” ve “Bolşevizm canavarı” efsaneleriyle eğitti ve etrafında birleştirdi.
İkincisi, her iki devlet de Batı’nı planladığı sonu gelmeyen saldırıların, komploların, diplomatik oyunların, açık ve gizli savaşların, ekonomik sabotajların, bölme çabalarının hedefi oldu. Her iki devletin de yıkılması, Batı egemenlerinin ana hedefiydi. Ancak gene her iki devlet bu darbeler sonucu zayıfladılarsa da, yıkılmalarının temel sebebi kendi iç yetersizlikleri ve sistemsel zaafları oldu.
Bu benzerlik üzerinden ele aldığımızda, her iki devletin belli dönemleri ve yöneticileri arasında da (elbette görüntü seviyesinde) şaşırtıcı benzerlikler ve paralellikler fark edilecektir:
-
Lenin ve Fatih: Büyük bir kültürel birikime, zekâya, ve vizyonerliğe sahip bu iki lider, kendi alanlarında o zamana kadar kimsenin başaramadığı bir “ilk”i gerçek kıldılar ve insanlık tarihinde yeni bir çağı başlattılar
-
Stalin ve Kanuni: Bu iki liderin yönetimi altında devlet olağanüstü bir güce ve etki alanına kavuşarak dev bir dünya gücü haline geldi. Ama aynı zamanda bu dönem, yönetici ekip içerisinde çok sayıda kurbanın verildiği bir dönem oldu.
-
Kruşçev ve 2.Mahmut: Her iki lider de “devlette reform” yapma adına düzenin çok temel iki dayanağını (birincisi kurumlaşmış Stalin sevgisini, ikimcisi ise Yeniçeri ocağını) tahrip ettiler. Bu yıkımların yarattığı boşluklar asla doldurulamadı.
-
Brejnev ve 2.Abdülhamit: Her iki yönetici de “reform” fikrinin yarattığı/yaratabileceği istikrarsızlığı göğüsleme misyonuyla geldiler ve her türlü yenilenme ve reform insiyatifini dondurdular. Bir tür “istikrar” sağlandığı için “muhafazakâr”lar tarafından her zaman sevildiler. Ancak yapılması elzem olan dönüşümler gerçekleşmediği için, aslında her iki dönem de gerilemenin ve çürümenin dal budak sardığı bir “kaybedilmiş zaman” oldu.
-
Gorbaçov ve İttihat Terakki: Genç, cesur ve hırslı birer ekiple iktidara geldiler ve başa geçmeleri başlangıçta herkeste çok büyük umutlar yarattı. Ancak bir önceki “durgunluk dönemi”nde çok fazla sorun birikmişti, değişik politik özneler çok farklı ve birbiriyle çelişik ajandalarını çoktan oluşturmuşlardı ve bu yeni ekipler bunları yönetemediler. İzledikleri politikalarla, geliştirmek ve güçlendirmek misyonuyla başa geçtikleri devleti fiilen yıkıma sürüklediler.,
-
Yeltsin ve Damat Ferit: Yıkımın ertesinde emperyalist güçlerle en utanç verici anlaşmaları yaparak ve tavizleri vererek somut birer “ihanet” örneği olarak tarihe geçtiler.
-
Putin ve Mustafa Kemal: Yıkılmış bir çok uluslu dünya gücü yerine burjuva temelde daha küçük bir ulus-devlet kurdular. Despotik yönetimlerine rağmen, ülkeyi bir sömürge olmaktan kurtardıkları ve halklarına ulusal gururu yeniden kazandırdıkları için ülkelerinde haklı bir popülerlik kazandılar.
Bu benzerlikler elbette ki yüzeyseldir, hatta biraz mizahi ve zorlamadır. Bir tanesi hariç (bu bölümün yazılma sebebi de odur): Gorbaçov ve İttihat Terakki! Her iki öznenin de reform yapalım derken ülkeyi yıkıma sürüklemelerinin mantığı aşağı yukarı aynıdır ve bu benzerlik üzerine durmak, aşağıda anlatacağımız Gorbaçov döneminin başarısızlığını daha iyi anlamamız için gereklidir.
Genç, enerjik ve cesur kadrolar olarak iktidara gelen İttihatçılar, 30 yıllık baskı ve durgunluk döneminde iyice biriken ve keskinleşen bir siyasal gündemle karşılaştılar. Önceleri beklentiler netti: Meclisin açılması, anayasal monarşiye geçiş, halklara yapılan haksız baskıların durdurularak birliğin ve kardeşliğin yeniden sağlanması ve modernleşme. Ancak geçen süre boyunca mevcut siyasi öznelerde beklentiler olgunlaşarak farklı ajandalara çoktan dönüşmüştü. Ermeniler, Rumlar, Araplar, Bulgarlar değişik dozlarda da olsa milli kimliklerine saygı duyan ve onu serbestçe yaşamalarını sağlayacak dönüşümler peşindeydi. Devlet içinde hala eski rejim yanlısı unsurlar vardı ve güçlüydü. Reformcu kadrolar ise kendi içlerinde tam bir bütünlük sergilemekten uzaktı. Dış güçler ise bu yenilenme çabalarını baltalamak için fırsat bekliyorlardı.
Bu yoğun ve karmaşık gündem karşısında İttihatçıların (tıpkı Gorbaçov’un başarılı bir teknokrat olması gibi) başarılı birer eylem adamı olmaktan başka hiçbir politik sermayeleri yoktu. Ne net bir ekonomi programları, ne bir anlamlı sosyolojik doktrinleri yoktu ve bu birikmiş özlemleri koordine etmekte zorlandılar. Tek sermayeleri salt slogan seviyesinde algılanan muğlak bir “hürriyet, müsavat, uhuvvet” şiarıydı ve ülkede anlamlı bir gelişme sağlayamadılar. Gerek eski rejim yanlılarından, gerek reformcu kesimler içindeki muhalefetten, gerekse de ayrılıkçı ulusal eğilimlerden gelen baskı sonucu siyasette kilitlendiler; bu sefer devleti dahi değil, salt kendi grupsal çıkarlarını ve iktidarlarını korumaya odaklandılar. Böylece geçmişin cesur ihtilalcileri, kendi grup iktidarlarını her ne pahasına korumada inat ettikçe sıradan birer zorbaya dönüştüler. “Terakki”, yani ilerleme adına sadece vurguncu ve karaborsacı bir Müslüman-Türk burjuvazisi peydahlamayı başardılar. “İttihat”, yani halkların birliği konusunda ise, kendilerini her zaman desteklemiş olan Ermeni halkı başta olmak üzere halkların celladı ve katili haline geldiler. Bu şekilde, yola çıkarken sahip oldukları iddiaların tam zıddını gerçekleştirerek devleti (eski rejime rahmet okutturacak) bir zorbalığa ve yıkıma mahkûm ettiler. Umut veren genç devrimciler, “hürriyet kahramanları” olarak başladıkları siyasi kariyerlerini, bir katliam, zorbalık, yıkım aktörlerine dönüşerek bitirdiler ve tarihten silindiler.
Gorbaçov da, farklı bir tarihsel kontekstte, aynı yolu izleyecekti.
BİR ARA DÖNEM OLARAK ANDROPOV YÖNETİMİ:
Brejnev’in ölümüyle başa geçen Yuri Andropov konusunda şu anda farklı görüşler mevcuttur. Birçokları için “köprüden önceki son çıkış”, yani sosyalizmi kurtarmak için ülkenin son şansıydı. Başkaları açısında da “Gorbaçov’un önünü açan ve yıldızını parlatan” o olduğu için “sorunların Andropov’la başladığı” yönünde bir inanç vardır.
Dengeli bir analiz için önce Andropov’un geçmişine göz atarak başlayalım. Brejnev döneminde KGB başkanı ve Politbüro üyesi olan Andropov, görevi dolayısıyla yolsuzlukların üzerine giden, onları soruşturan kişiydi; ancak ortaya çıkan yolsuzlukların bir kısmında Brejnev tarafından frenlendi. 1980 yılında Soçi ve Astrahan kentlerinde ortaya çıkan ve devlete milyonlarca ruble zarara uğratan “havyar ve ringa balığı” yolsuzluğunda suçlu olan MK üyesi Maydunov’u mahkemeye sevketmek gündeme geldiğinde Brejnev’in, “Maydunov’un’in parti için önemli ve vazgeçilmez bir kadro olduğu” gerekçesiyle suçlunun hak ettiği (ve Andropov’un talep ettiği) sert cezadan kurtulması için baskı yaptığı, daha sonra da ona başka göreve tayin ettiği bilinmektedir (1). Andropov, Püriten kişiliği ve (birçok parti yöneticisinin aksine) sürdürdüğü sade yaşam dolayısıyla halk arasında büyük saygı görüyordu; öte yandan KGB başkanlığı dolayısıyla tüm devlet ve parti aygıtını yakından tanıyordu. Brejnev öldükten sonra SBKP Genel Sekreterliği’ne geldiğinde, artık “ellerini bağlayacak” kimse yoktu ve kararlı bir şekilde yolsuzluğun üzerine gitti.
Ülkenin liderliğini sürdürdüğü15 ay boyunca Andropov 18 adet bakanın ve 37 adet birinci sekreterin görevine son verdi. Dürüstlüğü ve kararlılığı dolayısıyla devlet kademelerinde ciddi bir temizlik beklentisi oluştu; öyle ki kovuşturulacağını düşünen bazı yöneticiler intihar etti. Bunlardan en ilginci, Brejnev döneminde İçişleri Bakanı (ve Brejnev’in yakın dostu) olan Nikolay Şçelohov oldu. Devlete ait devasa meblağları zimmete geçiren, öte yandan karısı ve oğlu ile birlikte el altından yabancı araba alıp satan (aynı zamanda da 3 defa “Lenin Nişanı”na layık görülen!) Şçelohov, Brejnev’in ölümünden 5 hafta sonra görevden alındı, Parti’den atıldı ve sonra intihar etti.
Ancak SSCB’de o dönem tek sorunun “yolsuzluk” olmadığı, ülkede ciddi bir dönüşüme ihtiyaç olduğunu daha önce yazmıştık. Andropov, aşağıda da örneklerini vereceğimiz sert siyasal üslubuna rağmen, reformu ve yenilenmeyi ilk defa ciddi olarak düşünen liderdi. Bu konuda onun KGB ve devlet yönetiminde yakın çalışma arkadaşı olan General Viktor Şarapov, Rus RT televizyonunda 2015 yılında yaptığı söyleşide şu bilgileri vermiştir:
-
Sadece KGB başkanı değil, aynı zamanda sosyalist ülke KP’leriyle ilişkiden de sorumlu Sekreterya üyesi olan Andropov, (tüm dünyada SBKP ve ÇKP yanlıları birbirinin gırtlağına sarılmışken! – SD) Çin KP yöneticileriyle de uzun süre görüşmüştür. Şarapov’a göre Çin KP liderleri “bize reform fikrini ilk defa veren ve bu yola yönelten Andropov oldu” demiştir!
-
Reform sürecinin önünü açmak için, (bir zamanlar Batı’nın sistemini yakından tanımak için Fransa’ya öğrenci yollayan Lenin gibi) Andropov da, Batı dünyasının ekonomik ve siyasi işleyişini yakından tanımak üzere Viyana’ya bir dizi genç kadroyu eğitim için yollamıştır.
-
Ülke içinde de (daha Politbüro üyesi iken) ülkede arzulanan reformu yönetebilecek yegâne unsur olan genç kadroların önünü açmayı prensip olarak benimsemiş, bu çerçevede geleceğin liderleri olan Yegor Ligaçev, Nikolay Rijkov, Mihail Gorbaçov, hatta Boris Yeltsin’in yükselmelerinin önünü bizzat açmıştır. İşin ilginç tarafı, Yeltsin’i Andropov’a tavsiye eden bizzat (gelecekteki en büyük muarızı) Ligaçev olmuştur!.
Gorbaçov’un yükselişine verdiği yegâne destek, “tarımdan sorumlu Sekreterya üyesi” olarak seçilmesine onay vermekti; ancak zaten Gorbaçov tek adaydı. Buna karşılık (Şarapov’a göre) Andropov’un Gorbaçov’a hiçbir şahsi ve özel desteği olmamış, ayrıca kendisinin de şahit olduğu sohbetlerde Gorbaçov için “tarımda başarılı olabilir; ancak çok tez canlı ve işleri aceleye getiriyor” yorumunu yapmıştır. (2)
Elbette şahsi ve sübjektif olan, ancak somut olgularla da uyum gösteren bu
bilgilerin ardından, bu “yükseltme ve önünü açma” olgusunu kısaca inceleyelim: Bir lider, yetiştirdiği ve önünü açtığı bir kadronun ilerde (özel ve farklı koşullarda) yapacağı tasarruflardan ve hatalardan ne kadar sorumludur? Hatırlayalım: Troçki’yi kolundan tutup Bolşevik Parti yönetimine getiren Lenin olmuştur. 1930’larda “sağlam bir proleter kadro” olarak Kruşçev’i yükselten ve Politbüro’ya alan Stalin olmuş, gene bizzat Stalin 1950’lerin başında “yönetim kadrosunu gençleştirmek adına Brejnev’i Prezidyum’a almıştır. Aynı şekilde TKP’de 1920’lerin başında Vedat Nedim ve Şevket Süreyya’yı parti yönetimine Şefik Hüsnü almış, 1970’lerde de (sonraları İşçinin Sesi’nin lideri olan) Raşit Yürükoğlu ve sonraki genel sekreter Haydar Kutlu’yu parti yönetimine bizzat İsmail Bilen getirmiştir.
Bütün bu tasarruflarda ortak olan (adı geçen kişileri haklı-haksız diye yargılamaksızın) şudur: Seçilen, desteklenen kadro, bir süre sonra kendisini seçen liderin asla benimsemeyeceği adımlar atmış, kimilerinin kullandığı deyimle “öğrenci olarak öğretmenin yüzünü kara çıkarmıştır”. Ancak bunda şaşıracak hiçbir şey yoktur!. İnsanlar, hele siyasi kadrolar, değişen koşullarda kendi kafalarında yeni sonuçlara varıp yeni tavırlar takınırlar ve bunları hiçbir liderin (Lenin dahil) önceden görmesi mümkün olmadığı için, onların bu kadronun yaptığı hatalardan sorumlu tutulması da anlamsızdır. Bunun tersini düşünmek “insanların değişmediği”, “iyi olanın hep iyi, kötü olanın da ta başından beri kötü olduğu” gibi idealist yanılgıların tekrarından başka bir şey olamaz. İç Savaşta Kızıl Ordu saflarından çarpışan maden işçisi Kruşçev, 1960’larda “emperyalizmle barış içinde bir arada yaşama”yı savunan Kruşçev değildi. 1952’de Stalin’in prezidyumuna giren genç Brejnev, ilerde kızının yolsuzluklarını örtbas edecek bir devlet adamı olmaktan oldukça uzaktı. Aynı şekilde Gorbaçov, ve Yeltsin 1970’lerde genç, dinamik, hırslı, başarılı parti yöneticileriydi ve gelecek vaat eden kadrolar olarak Andropov tarafından desteklenmeleri son derece doğaldı.
Bu noktada şu soruyu sormak gerekir: Gorbaçov’un yönetimde kaldığı süre boyunca Batı karşısında gösterdiği “uyumlu” (giderek teslimiyetçi) tavrın ve rejimi (sorunları ne olursa olsun) koruma konusundaki kararsız ve beceriksiz politikasının Andropov’da izleri var mıydı? Olgular tam tersine işaret etmektedir:
-
1954 yılında SSCB’nin Macaristan elçisi olan Andropov, 1956 ayaklanması patladığında oradaydı. Macar KP lideri Rakoçi’nin yozlaşmış yönetimine karşı özellikle işçi sınıfı içinde haklı taleplerle başlayan, ancak kısa zamanda kontrolden çıkıp Batı yanlısı bir ayaklanmaya dönüşen 1956 krizinde, gösterdiği kararsız tavırla işlerin kontrolden çıkmasına sebep olan Kruşçev’i, askeri müdahale konusunda zorlayan ve ikna eden Andropov olmuştur.
-
Yönetime geçtikten sonra reform planları yaparken dahi Ukrayna’da yerel milliyetçiler ve muhalifler üzerinde cidden şiddetli bir baskı uygulamış, “demir yumruk” politikası izleyerek rejimin istikrarı konusunda hiçbir taviz vermemiştir. O “muhalif”lerin bugün Ukrayna’da başa geçen yandaşlarının yaptıklarına baktığımızda Andropov’a “eline sağlık” demekten başka yapılacak bir şey yoktur.
-
Onu yönetiminde Batı bloğu ile ilişkiler doğal olarak gerilmiştir. Sürekli olarak SSCB hava sahasını ihlal eden ve bu ihlal süresi boyunca istihbarat amaçlı fotoğraf çektiği Sovyet yönetimince iddia edilen Güney Kore yolcu uçaklarına birkaç kez uyarı yapılmış, sonuncusunda içinde 269 yolcu bulunan KAL 007 uçağı uyarılara cevap vermeyince Sovyet hava kuvvetlerince havada vurulmuş, kurtulan olmamıştır. ABD ve Batı dünyasından yükselen feryatlar ve yoğun saldırılar karşısında Andropov yönetimi dimdik durmuş, ABD’yi “sivillerin arkasına korkakça saklanıp casusluk yapmak”la suçlayarak özür dahi dilememiştir.
Gorbaçov’a nazaran (rejimi ayakta tutma kararlılığı açısından) daha güven verici
bu olgular, gene de bizi Andropov konusunda bir idealizasyona götürmemelidir. Andropov’un kafasındaki “reform”un (yolsuzluğu kurutmak ve bozulmuş iş disiplinini restore etmek dışında) ne olduğuna dair bir bilgi kimsede yoktur. Ancak bugünkü Rusya’da oldukça yaygın olan ve bizim de katıldığımız genel kanaat şudur: Oldukça kültürlü ve zeki bir yönetici, ve aynı zamanda rejimin istikrarı konusunda son derece yetkin ve hassas bir lider olarak, başlatılacak bir reform sürecini çok daha soğukkanlı, dengeli bir şekilde yürütebilir, oluşabilecek yıkıcı eğilimleri anında hissedip gerekli sertliği uygulamaktan çekinmeyerek bu eğilimleri başlamadan ezebilirdi. KGB ve Parti yönetici çevrelerini yakından tanıyan Beria’nın oğlu Sergo Beria’nın da anılarında “SSCB’de anlamlı bir reformu yürütebilecek yetenekteki tek liderin Andropov olduğu” yönünde tespiti vardır (3). Bu “reform”un SSCB’yi ve dünyayı “gerçek komünizm idealine götürecek” yol olup olmadığını bilemeyiz; ancak en kötü ihtimalde bugünkü Çin Halk Cumhuriyeti gibi istikrarlı, ekonomik açıdan üçlü ve yenilenmiş, ve Batı karşısında bir denge unsuru olan bir yapıya (ideolojik ve siyasi olumsuzluklarla da olsa) kavuşabilirdi.
Andropov konusunda son söyleyeceğimiz, bugün hala bir muamma olan kendisine yapılmış suikast girişimi iddiasıdır. Onun yolsuzluklar karşısında giriştiği sert saldırının, gırtlağına kadar ayrıcalıklar ve yolsuzluk batağına batmış bürokrasi kesimlerinde panik yaratmış olması ve bir “çözüm” düşünmüş olmaları son derece muhtemeldir. Bugünkü Rus medyasında da ara sıra gündeme gelen bu iddia “ona bir suikast yapıldığı, bu suikastın kamuoyundan saklandığı, yaralı kurtulduğu suikastten kısa bir süre sonra öldüğü” yönündedir. Yukarda bahsettiğimiz söyleşide de suikast konusundan bahsedilmiş, ancak V.Şarapov bilgi vermemiştir. Troçkist eğilimli ünlü Marksist yazar Tarık Ali, daha Perestroiyka başlarken bu iddiayı doğrulamış, Andropov’a karşı Sovyet devleti içinde “Kennedy çözümü” nün hayata geçirildiğini söylemiştir. Şunları yazmıştır Tarık Ali:
“Nisan 1988’de Moskova’da üst seviye bir akademisyen bana Andropov’a 2 adet ciddi suikast girişiminde bulunulduğunu söyledi… Buna ek olarak sonradan bir makineli tüfek yuvası keşfedildi.” (4)
Bu iddia doğruysa, SSCB bürokrasisinin şu ya da bu şekilde temizlediği liderler listesine, Stalin ve Kruşçev’den sonra, Andropov’u da eklemek gerekecektir.
GORBAÇOV DÖNEMİ:
İLK BAŞTA YEŞEREN UMUTLAR
Andropov’un ardında kısa süren ve herhangi bir fark yaratmayan Çernenko döneminden sonra Mihail Gorbaçov, SBKP Genel Sekreteri oldu. Sadece geçen yazımızda bahsettiğimiz sorunlar ve çarpıklıklar değil, bizzat Gorbaçov’un yönetime geliş süreci de onu devraldığı siyasi mirasın niteliğini ortaya koymaktadır: Liderlik savaşında en ciddi rakibi olan Grigori Romanov, oğlunun düğününde müzeden Çar ailesine ait yemek takımlarını getirterek kullandığı ortaya çıkınca gözden düşmüş, Gorboçov biraz daha öne çıkmıştır!
Gorbaçov’un ilk baştaki yaklaşım ve prensiplerini ortaya koyduğu metinler ve yaptığı konuşmalar, tüm dünyada büyük umutlar yarattı. SSCB’ye gözü kör bir düşmanlık duyan (ve SSCB’de herhangi bir iyileşmenin kafalarındaki ultra-negatif SSCB tahlilini geçersiz kılmasından ölümüne korkan!) sekter Maocu ve Troçkist çevreler dışında, dünyada sosyalist camiada yer alan herkes bu metinlerdeki eleştirel ve özeleştirel tespitleri fark ederek, SSCB’de bir şeylerin iyiye gideceği, dillendirilen ya da dillendirilmeyen, ama uzun zamandır fark edilen ve sosyalizme bağlılık duyan insanları rahatsız eden sorunların giderileceğine ve sağlıklı bir sosyalist yapı kurulacağına olan inançları yeşertti. Bu iyimserlik SBKP yanlısı KP’ler ve sol çevrelerle sınırlı kalmadı. Troçkist cenahta yer alan ama (kimi Troçkistlerin aksine) Sovyetler Birliği olgusuna her zaman saygı duyan 1968’in radikal liderlerinden Tarık Ali, “Perestroyka: Revolution From Above” adlı eserinde Sovyetler’de başlayan süreci ve sorgulanan problemleri büyük bir umutla karşıladı ve destekledi. Türkiye’de (henüz faşizmin açık destekçisi haline gelmemiş) Perinçek’çi “2000’e Doğru” dergisi dahi, Pravda Türkiye muhabiri Stepanov ile röportaj yaparak bu sürece ilişkin iyimserliğe ortak oldu (5). Komünistlerde yaratılan umudun en duygulandıran örneklerinden biri, ünlü casus Kim Philby ile 1988 yılında İngiliz Sunday Times dergisinin yaptığı röportaj oldu. Seçkin bir İngiliz ailesinden gelmesine rağmen bu serveti tepen ve hayatını komünizme adayan, KP’ye girmek yerine Intelligence Service’e sızıp yükselen ve buradaki faaliyetiyle Batı emperyalizmine büyük darbeler indiren Kim Philby, 1963’ten itibaren iltica ettiği Sovyetler Birliği’nde yaşamını sürdürüyordu. Röportajda şunu demişti Philby:
“Tabii ki çeşitli şüphelerim, karamsar anlarım oldu. Brejnev dönemi benim için oldukça güçtü. Ancak Andropov çok iyi bir insan ve iyi bir liderdi. Ne yazık ki çok erken öldü. Gorbaçov ise komünizme olan inancımı haklılaştırdı.” (6)
Bu umutları yaratan yaklaşımlar, Gorbaçov’un iki metninde somutlaşmaktadır ve onları kısaca ele alacağız. Birincisi 1987’de, Ekim Devrimi’nin 70.yıldönümünde yaptığı “Ekim ve Perestroyka: Devrim Sürüyor” başlıklı konuşması, ikincisi ise gene 1987’de MK Plenumu’na sunduğu “Yenilenme ve Kadro Politikası” başlıklı rapordur. Bu metinlerde öne çıkan tespit ve yorumlar ana hatlarıyla şunlardır:
-
Birincisi, Brejnev döneminden de farklı olarak, Gorbaçov’un ilk defa adını vererek Stalin için yaptığı övgülerdir: “Joseph Stalin’in önderlik ettiği partinin öncü çekirdeği ideolojik mücadelede Leninizm’i korudu”(7) ve “Faşizme karşı zaferin kazanılmasında bir öğe de Joseph Stalin’in savaş yıllarında gösterdiği müthiş siyasi irade, kararlılık, dayanıklılık ve halkı örgütleme ve disiplin altına alma yeteneği idi.” (8). Bu, 1953’den beri merkezi bir SBKP toplantısında Stalin’e açık açık övgü yapılan belki de ilk konuşmadır!.
-
Sovyetler’in rolünün artırılması ve “Sovyetlere dayalı özyönetimin geliştirilmesi” (9) hedefi açıkça bildirilmiştir.
“Yenilenme ve Kadro Politikası” raporunda ise daha radikal yaklaşımlar yer almaktadır:
-
Birincisi, daha önceki yazımızda rejim muhalifi M.Voslenski’nin belirttiği probleme, yani Partide yürütme organlarının seçimle gelen kurullardan daha fazla güç sahibi olması ve seçilmiş kurulları fiilen “onaylayıcı” durumuna düşürmesi sorununa değinilmiş, fiili gücün artık seçilmiş organlara geçmesi gerektiği belirtilmiştir
-
Parti komitelerinin ekonomik yürütme organları olmaktan çıkıp daha stratejik (siyasi, sosyal, kültürel) yönlendiricilik görevine soyunması gerektiği belirtilmiştir.
-
Sovyetler’in “uygulayıcı” değil, gerçekten “karar alan” organlar haline gelmesi gerektiği vurgulanmıştır.
-
İşyerlerinde ustabaşıdan müdüre kadar herkesin seçimle gelmesi, birim işçi konseylerinin kurulması hedefi konulmuştur. Bu da Sovyet tarihinin son 40 yılında bir ilktir!
-
Kitle örgütlerinin toplumdaki fiili gücünün artması, kadın ve gençlik örgütlerinin toplumda ve siyasetteki etkinliğinin yükseltilmesi çağrısı yapılmıştır.
-
İdari önlemler olarak halkın yetkilileri şikayet etmesini kolaylaştıran kanun çıkarılacağı belirtilmiştir. (10)
Bu görüşler bugün dahi sosyalizme inanan her unsurun tereddütsüz kabul edeceği ve yürekten destekleyeceği tespitlerdir, ve 1987’de tüm dünya sosyalistlerinde umut yaratan temel yaklaşımlar bunlar olmuştur.
Ancak şunu da unutmamak gerekir: Beklenti içinde olan her siyasi unsur, bir metinde veya raporda, önce görmek istediklerini görür ve öne çıkarır. Bu metinlere yönelik yaklaşımın da özü budur. Zira, yapılan tüm bu tespitlerdeki netliğe ve doğruluğa rağmen, “Ekim ve Perestroyka” broşüründe o sıralar gözden kaçan, ama gelecekteki hataların habercisi olan ufak bir detay vardır. Bu konuşmada Gorbaçov 4 soru sormaktadır:
-
Emperyalizmin savaş tehdidinin temel kaynağı olması engellenebilir mi?
-
Kapitalizm, militarizmden kurtulabilir mi?
-
Kapitalist sistem, yeni-sömürgecilik olmadan yapabilir mi?
-
Dünyanın korkunç bir tehdit karşısında olduğunu farkına varılmasının-(“ bu farkında varmanın Batı yönetici seçkinlerinin daha üst kademelerinde bile ilerlediğini biliyoruz” demiştir Gorbaçov)- filli politikaya dönüşebilir mi?
Gorbaçov bu soruları sorduktan sonra “Elbette gerçekçiliği elden bırakmamak gerekir” demekle birlikte “bunlar anlamsız sorular olmaktan uzaktır” vurgusunu yapmaktadır.(11) Marksizme bir parça aşina birinin bu soruları sorması, bu sorulara olumlu bir cevap verilme ihtimalinin doğabileceğini sanması dahi saçmadır. Kimilerinin (Türkiye’de de o dönemki TBKP yöneticilerinin ) canı gönülden benimsediği bu yaklaşım, emperyalizme ilişkin hayaller ve kof umutlar olup Gorbaçov döneminin dış politikasına damgasını vurmuştur. Ancak bunların salt Gorbaçov’un “icadı” değil, bu soruları mümkün kılan ideolojik önkabullerin Kruşçev’in “barış içinde bir arada yaşama” ve Brejnev’in “detant” politikalarında bulunduğu unutulmamalıdır.
Bugün bulunduğumuz noktadan bu olguları göz önüne aldığımızda açık olan şudur: Gorbaçov’un bu “umut yaratan” metinleri, aslında ülkedeki değişik siyasal kesimlerin “nabzına şerbet veren” birer uzlaşma metnidir. Ortodoks unsurlar için Stalin övgüsü, parti vesayetinden kurtulmak isteyen teknokrat ve işletme yöneticileri için “işletmelerde öz yeterlilik ve özerklik”, partideki hantal yapıya tepki duyan dürüst komünistler için partide yenilenme vaadi, ve tüm dünyaya Batı ile sürdürdükleri “diyalog”un gözlüğünden bakan diplomat siyasi kadrolar için de “barışçı Batı” hayalleri. Her biri kendi “ajandası” olan bu değişik kesimlerin beklentilerini ortaklaştırmak ve enerjilerini birleştirmek göreceğimiz gibi son derece zordur ve Gorbaçov bir süre sonra Parti’deki yapısal direncin ve kendi yolundan yürümek isteyen kesimlerin yarattığı karmaşanın girdabına toslayacaktır. Gene de şu soruyu soralım: Yukarda son değindiğimiz ideolojik yanılgı dışında, en başta sıraladığımız olumlu reform hedeflerine ulaşmak mümkün değil miydi? Bu sorunun cevabı ancak başka bir soruyla birlikte ele alındığında verilebilir: Bu hedefleri kim gerçekleştirecekti? Değişimin öznesi var mıydı?
Sonraki bölüm: Kaosun Özneleri ve Gelişimi
KAYNAKLAR:
-
“Sovyet Sosyalizmi ve Tarihin Dersi” Li Shenming, Canut Yayınları, 2013, s.76
-
Rus RT televizyonu belgesel dizisi “Hatıralara Yolculuk”, sunucu Khalid El Ruşd,
https://www.youtube.com/watch?v=aFsB-4WiUVY&t=363s) (Arapça dublajlı Rusça)
-
“Beria My Father, Inside Stalin’s Kremlin”, Sergo Beria, Duckworth, 200, s.277).
-
“Revolution From Above”, Tarıq Ali, Hutchinson Ltd. 1988, s.34.
-
.“2000’e Doğru”, yıl:1 sayı 18, 3 mayıs 1987
-
“Nokta” dergisi, yıl 6, sayı 18, 8 mayıs 1988
-
Ekim ve Perestroyka: Devrim Sürüyor”, Mihail Gorbaçov, Bilim ve Sanat Yayınları, 1988, s.24
-
A.g.e, s.38
-
A.g.e. s.48
-
“Yenilenme ve Kadro Politikası”, Mihail Gorbaçov, Bilim ve Sanat yayınları, 1987
-
A.g.e. s 76
1983’te Zavlavskaya Sovyetler Birliği’nin neden çökmesi gerektiğini ortaya koyan bir kitap yazarak bireyci kapitalist restorasyonun teorik temellerini attı. Ardından SSCB’nin Kanada büyükelçisi Yakovlev, Gorbaçov ve Şevardnadze’den oluşan çete, adım adım bu teoriyi hayata geçirdiler. Glastnost ve Perestroykanın kökeninde böyle bir şey de var.