EKONOMİ: ÇÖKÜŞÜN TETİKLEYİCİSİ
1980’lerinden başından itibaren, sosyalist ülkelerde “ekonomide bazı şeylerin iyi gitmediğine” dair ifade ve iddialar, sadece ülke dışında ve muhaliflerde değil, yönetici çevrelerde de dillendirilmeye başlandı. Çöküşten sonra, burjuva bakış açısıyla geliştirilen yaklaşımlar, “SSCB ve Halk Demokrasilerin çöküşü”nün esas olarak ekonomik sebepten kaynaklandığını, mevcut “merkezi planlama” mekanizmasının gelişmeyi engellediğini ileri sürdüler. Burjuva düşünürlerce geliştirilen, ancak bir süre sonra bu ülkelerdeki KP yönetimlerinde de giderek taraftar bulacak olan yaklaşımın ana iddiaları şunlardır:
-
Sosyalist ekonomiler başta belli bir gelişme sağlasalar dahi, sanayide, tarımda ve hizmet sektöründe kalitesiz mallar ve hizmetler üretmeye başladılar. Bu ürünlerin dünya piyasalarında hiçbir rekabet gücü yoktu.
-
Sosyalist ekonomiler, teknolojik gelişmeyi, özellikle bilgisayar teknolojilerindeki devrimi yakalayamadılar ve geri kaldılar.
-
Bunu sebebi, planlama mekanizmasıdır; zira herkese neyi ne kadar üreteceğini söyleyen bu mekanizma, bir yandan ağır ve hantaldır; öte yandan (kâr güdüsü olmadığı için) yenilikleri geliştirme konusunda hiçbir teşvik ediciliğe sahip değildir. Teknolojik gelişme için pazar mekanizmasının tümüyle benimsenmesi şarttır. Planlamada ısrar ettikçe bu ekonomiler batağa saplandılar.
-
Bu burjuva iddiaları ve onların arkasındaki olguları ele almadan önce, Marksist teori içinde bir geçiş dönemi olan sosyalizmin temel özelliklerini hatırlatmak gerekir.
İlk hatırlatacağımız temel gerçek şudur: Kapitalizmin aksine, sosyalizmin siyasetten bağımsız bir “ekonomi politik”i, kendine has objektif ekonomik yasaları yoktur. “Sosyalizmin ekonomi politiği” başlıklı kitapları açıp orada Marx’ın Kapital’deki ne benzer M-C-M, ya da M/ C + V (kâr oranı) gibi “saf ekonomik” formüller arayan her sosyalist okur, ciddi bir hayal kırıklığı yaşayacaktır; zira bu kitaplarda anlatılan (ve anlatılabilecek olan) yegâne şey, üretimi toplum yararına düzenlemek için kurulan mekanizmalar, girişilen örgütlenmelerden ibarettir (GOSPLAN, kolhoz ve sovhozlar,..vs). Bunları da hayata geçiren ülkeyi yöneten siyasi iradedir. Bu tarz bir kitapta verilmiş olan şu ifade bunu teyit etmektedir: “Sosyalizmin birinci ekonomik yasası, her şeyin halkın yararı ve mutluluğu için yapılmasıdır” Kolayca görüldüğü gibi bu “objektif” bir “yasa” değil, sadece bir toplumsal/siyasi hedef ve bir temennidir. Dahası, sosyalist toplumun ayırt edici prensibi olan “herkese emeğine göre” ilkesi, kaçınılmaz olarak kapitalist toplumun temel yasası olan “değer teorisi”nin (yani bir malın değerinin içindeki emek miktarıyla ölçüldüğü gerçeğinin) geçerliliğini sürdürdüğünü belirtmektedir. Dolaysıyla kapitalizm ile komünizm arasında bir geçiş dönemi olan sosyalizm, bir yandan kapitalist topluma ait belli kategorilerin (ekonomi de dahil) varlığını sürdürdüğü, ancak egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın kendi siyasi iradesiyle bu kategorileri yönettiği ve sınıfsız komünist toplum hedefiyle bunları ortadan kaldırmaya yöneldiği bir dönemi ifade eder. Bu kısa parantezde asıl vurgulamak istediğimiz nokta, sosyalizm döneminde ekonomi için de siyasetin, yani izlenen siyasi yolun belirleyiciliği olduğu gerçeğidir. Doğru siyaset o toplumu komünizme, yanlış siyaset kapitalist restorasyona götürür. Yukarda zikredilen ve aşağıda ayrıntısıyla ele alacağımız ekonomik sorunların da ardında yatan her zaman ve hep siyasetti; yani yanlış siyasi yapılanmalar ve süreçlerdi. Şimdi bunları inceleyelim.
KALİTESİZ ÜRÜNLER, KANAYAN EKONOMİ…
1980 yılında Brejnev’e çok yakın bir bilim adamı olan Sergey Trapeznikov, Batı’ya da ulaşacak olan bir ekonomik durum raporu yayınladı. Bu raporda, Sovyet sanayisinde üretilen malların %10’unun “bozuk ve kullanılamaz” durumda olduğunu belirtmiş, çözüm olarak işletmelerin “tamir ekipleri” kurmasını önermişti. Bu rakamın gerçek durumu ne kadar yansıttığını bilemeyiz; ancak işletmelerin “tamir ekipleri” kurarak sorunun çözüme kavuşturulmadığını biliyoruz.
Bu “bozuk ve kullanılamaz” ürünlere iki örnek verelim:
-
Üretilen televizyonların bazılarında, hareket edebilir olması gereken “kanal ayar yuvarlağı”, vidayla monte edilmek yerine tutkal ile yapıştırılmıştır!
-
Üretilen ayakkabını topuğu, gerekli boyda çivi yerine neredeyse temel çivisi uzunluğunda bir çivi ile tutturulmuş, çivi tabandan dışarı çıkmıştır.
Sovyet toplumu gibi, yönetim tarafından “Batı’yı geçme” adına tüketiciliğe (comsumerism) yönlendirilen bir toplumda, bu kalitesiz tüketim malları daha da ciddi bir toplumsal sorun teşkil etmiştir. Bu durum, halkta oluşan hoşnutsuzluğun yanı sıra iki ciddi soruna daha temel oluşturmuştur:
Birincisi, ihtiyaç sonucu oluşan “tamir sektörü”dür. Malların “tamiri” için oluşan talep o kadar yüksektir ki, resmi işletmeler bu talebi karşılamamış, tamir için açıkça paralel ve yeraltı bir “tamir ekonomisi” doğmuştur. Sayıları hızla artan bu yasadışı tamir işletmelerine devlet (pratik bir ihtiyacı karşıladığı için !) göz yummak durumunda kalmış, yüksek rayiçle iş yapan bu yasa dışı atölyeler ciddi para kazanmaya başlamıştır. Öte yandan, idari mercilerin bu “göz yumma”sı bedavaya olmamış, tamir ekonomisinde biriken sermaye onu fark edip mıknatıs gibi yapışan devlet içi yozlaşmayla bütünleşerek onu daha da derinleştirmiştir. Bir süre sonra bu yeraltı ekonomisi, örneğin Kafkasya ve Macaristan’da, siyasal bir güç haline gelecek, siyasette “dişlerini” gösterecektir.
İkincisi sorun ise şudur: Kalitesizlik ve özensizlik sadece nihai üretim çıktısı için değil, üretim sürecinin tümü boyunca kullanılan ara girdiler (hammadde, ara parça, yakıt..) için de geçerli olmuş, sonuçta ekonomide ciddi ve giderek büyüyen bir zarar oluşmuştur. İki rakam verelim:
-
Z.Sertel 1968 yılı için iç pazarda kullanılamadığı için depolara atılmış ve orada çürümeye terkedilmiş malları değerinin 10 milyar ruble olduğunu belirtmiş ve şunu eklemiştir: “Sovyetler’de sanayi zararına çalışmaktadır. Dolayısıyla üretimin yüzde şu kadar artmış olması bir şey ifade etmemektedir” (15)
-
Gazeteci A.İlyeç ise 1980’lerin sonu için şu rakamı vermektedir: “Malzeme sıkıntısı, malzemenin yanlış kullanımı ve hırsızlıktan ötürü devlet günde 4 milyar ruble zarar etmektedir. Tarımsal üretimin üçte birden fazlası tüketiciye ulaşamıyor. Hayvancılıktaki kayıplar 2 milyar rubleyi buluyor: 2,5 milyon ton et ve 20 milyon ton tahıl yok oluyor veya çalınıyor” (16)
Sorunun kaynağı ortadadır: Üretimde görev alan işçilerin üretimin sonuçlarına ve bizzat üretimin kendisine olan ilgisizliğidir. Kapitalist bir ekonomide bu “ilgi”nin nasıl sağlandığı bellidir: İşsizlik ve açlık korkusu. İşini düzgün yapmazsan kendini sokakta bulursun! Sosyalist bir ekonomide işsizlik söz konusu değildir; dolayısıyla üretime ilgisiz biri her halükârda (bu işte olmazsa öbür işte) üretime zarar verecektir. Burjuva ideologları, bu durumu “sosyalizmin insanı tembelleştirici etkisi” olarak yorumladılar.
Ancak şu soruyu soralım: Sovyet işçileri hep böyle miydi? 1929’da başlayan büyük sanayileşme hamlesi, hem büyük bir toplumsal coşkuyla, hem de oldukça sert denetim yöntemleriyle hayata geçirilmişti. Fabrikada bir makineye verilecek zarar, direkt olarak “sabotaj ve karşıdevrimci siyasi suç” olarak ele alındı ve muamele gördü. 2.Dünya Savaşı’nda ise değil %10, %5’lik bir ürün kalitesizliği bile Sovyetlere savaşı kaybettirebilirdi; ve bu dönemde son derece yüksek olan üretim kalitesi sadece “savaş yasaları” ile değil, aynı zamanda ülkenin kurtuluşu için olağanüstü fedakarlık gösteren, (örneğin uykuya esir düşmemek için kendini tezgaha kayışla bağlayan) işçilerin insanüstü motivasyonu ile gerçekleşti. Kruşçev ve Brejnev dönemlerinde ise motivasyon (tahmin edilebilir sebeplerden ötürü) düşmeye başladı.
Sovyet yönetimi bu sorunu, yani işçiyi üretimin sonuçlarına ilgili kılmak için (sosyalizmin inkarı olan işsizlik korkusu dışında) çok sayıda idari yöntem denedi: Prim sistemi, parça başına ücret, şok ekipleri, standart ve normlar saptama, (kalite standartının yüksek olduğu) askeri sanayiyi sivil üretime yöneltme…vs. Bunların hepsi “tepeden inme” yöntemlerdi ve sorunu çözemedi. Çözemezdi, çünkü şu temel gerçeği sorgulamaktan sürekli kaçındılar:
AMERİKAN İŞÇİSİ İLE SOVYET İŞÇİSİ ARASINDA NE FARK VAR?
Sosyal kazanımlar açısından elbette ki ÇOK fark var: İş garantisi, sağlık ve eğitimin bedava olması, devletin sağladığı tatil olanakları, kültürel yaşama katılma seviyesi, çocuklarına sunulan eğitim ve dinlenme olanakları, bizzat işçilerin sahip olduğu eğitim seviyesi (70’lerde her 4 Sovyet işçisinden biri üniversite mezunuydu), siyasal yaşamda temsil olanağı, ve en önemlisi: toplumda kendisine verilen değer..
Ancak bunlar toplumsal sistemin sunduğu avantajlardır. Bizim sorumuz ise başkadır: Üretimdeki yeri ve üretimi yönetme, ona müdahale etme yeteneği açısından iki işçi arasında ne fark var? Cevap açıktır: Ne yazık ki HİÇBİR fark yoktur! Her iki işçi de, fabrikada kendisinin başına atanan bir müdürün ve idari kadronun kendisine belirlediği hedefleri yerine getirmek durumundadır. Hedeflerin anlamlı olup olmadığını, üretim proseslerinin etkinliği ve rasyonelliğini, alınan idari kararların geçerliliğini sorgulama ve yöneticilerini seçme/değiştirebilme anlamında Sovyet işçisinin herhangi bir kapitalist ülke işçisinden hiçbir üstünlüğü yoktu; hiçbir dönem de olmadı. Macar muhalif sosyolog Miklos Haraszti 1984’te yayınlanan “Macaristan’da İşçi Olmak” (Kaynak Yayınları, 1984) adlı eserinde bir Macar işçisinin fabrikadaki günlük yaşantısını aktarır; gözlenen resim herhangi bir kapitalist fabrikadan farklı değildir. Gerçekten de 917 Ekim Devrimi ile başlayan süreç, işçi sınıfı için şimdiye kadar tarihte eşi görülmemiş zenginlikte sosyal kazanımlar yarattı; ancak fabrikadaki üretimin organizasyonu, üretim süreçlerinin tasarımı anlamında kapitalist işletmelerdeki yapıyı aynen korudu. Bu olgu, bizim sosyalizm deneyimizin en temel çelişkisidir.
Kapitalist ülkelerde milyonlarca işçinin düzgün, kaliteli, özverili çalışmasını ve kaliteli ürünler çıkarmasını mümkün kılan tek faktör vardır: Korku! İşten atılma, sokağa düşme ve aç kalma korkusu. Bu korkuyu reddetmek ve tarihe gömmek üzere kurulan sosyalist toplumda ise işçinin gerçekten düzgün ve kaliteli çalışmasını sağlayacak tek şey, ona üretimin gerçek sahibi olduğunu hissettirmek, atölye seviyesinden başlayarak tüm üretim süreçleri üzerinde söz ve karar sahibi yapmak, üretimi lafta değil bizzat pratikte “kendi işi ve sorumluluğu” olarak görmesini sağlamaktır. Kapitalist işletmenin modeli ise bunu tam zıttıdır. Toplumsal yaşamı işçi sınıfının mutluluğu için tasarlayıp, işletme seviyesinde kapitalist modeli aynen korumak, birbiriyle uzlaşmayan bu iki olguyu bir arada tutmak, sosyalist ekonomileri içten kemiren temel unsur olmuştur.
Bu olgunun tarihsel köklerine baktığımızda gördüğümüz şudur: 1917’nin hemen sonrasında fabrikalarda “İşçi Denetimi”ne yönelik güçlü bir insiyatif doğmuştu, ve kurulan işçi komiteleri, üretimi (fabrika seviyesinde) denetlemek ve yönetmek yönünde ciddi bir irade sergilediler. Ancak 1919 sonrası İç Savaşın yarattığı muazzam yıkım, ekonominin çarklarını durma noktasına getirerek bir ekonomik felaket tehlikesini belirginleştirdi. Bu noktada, eski (çoğu burjuva kökenli) fabrika yönetici kadrolarının bilgi ve becerisine başvurmak kaçınılmaz hale geldi ve Bolşevik yönetim, acı ama gerçekçi bir kararla, ekonomik etkinliği restore edebilmek adına, üretimi yönetmek için gerekli birikime pratikte henüz sahip olmayan İşçi Denetimi komiteleri yerine “tek adam yönetimi”ni empoze etti ve geleneksel uzmanlara yetkiyi verdi. Sonra NEP ile devam edecek süreçte, bu karar ekonominin çarklarını döndürerek bir topyekûn çöküşü engelledi; üretim de bu mantıkla devam etti. Bu dönemde Lenin yazılarında sosyalizmi “işçi sınıfı tarafından ve işçi sınıfı yararına yönetilen devlet kapitalizmi” olarak tarif etti.
Sanayide eski dönemin kadrolarına olan bağımlılıktan kurtulmak ancak NEP’in bitmesiyle mümkün oldu. Stalin’in 1929’da başlattığı sanayileşme hamlesinin temel ayağı olan “eğitim devrimi” ile, “kızıl uzman”lar yetişmeye başladı. Hemen hepsi işçi ve köylü kökenli olan genç bir kuşak, yoğun bir eğitim hamlesi ile sanayinin her kademesini yönetebilecek bilgi ve beceriye kavuştu. Tarihte ilk defa teknik bilgi birikimi, burjuva ve küçük burjuva kesimlerden alınarak işçi ve emekçi sınıfların sosyalizme yürekten bağlı çocuklarına geçmiş oldu. 1930’ların başında yetişen bu “kızıl uzmanlar”, tüm dünyada sosyalizmin bir gurur vesilesiydi.
Ancak eski rejimin sanayi yöneticilerinin yerini bu “kızıl uzmanlar”ın alması, üretimin organizasyonel yapısını değiştirmedi; sadece siyasi olarak daha güvenilir ve motive kadroların üretimin başına geçmesini sağladı. Sonuçta her işçi, yukardan atanmış bir yöneticinin koyduğu hedefleri sorgulamadan icra eden bir birey olmaya devam etti ve hedefi koyanın eski burjuva ya da kızıl uzman olması, işçinin üretime müdahale etmesi, onu kendi işi olarak görmesi anlamında kurumsal bir fark yaratmadı. Yegâne fark, 1930’larda elde edilen muazzam modernleşme hamlesi ile toplumda oluşan coşku ve motivasyonun yarattığı fedakarlık, üretkenlik ve yaratıcılıktı.
Hiçbir siyasal-ekonomik model sürekli olarak “yüksek coşku ve motivasyonu” ya da “olağanüstü durum yasaları”nı varsayarak, onu hep var olduğu olgusunu temel alarak yürüyemez, ayakta kalamaz.
SSCB VE DOĞU AVRUPA’DA TİPİK BİR SANAYİ İŞLETMESİNİN YAPISI
Gerçekten de 1950’lerin sonundan itibaren toplumda bir istikrar oluştuğunda fabrikalarda, işçinin gözünden görülen gerçek şuydu:
-
Fabrikaya “yukardan” bir müdür atanmaktadır. Bu müdürü işçiler seçmediği gibi, onu reddetme, geri yollama, veto etme gibi bir şansları yoktur.
-
Fabrikanın yönetici kadroları, büyük oranda (yukarda da gördüğümüz gibi) Parti aygıtının tasarrufu ile atanmaktadır; Ancak burada liyakatı ve profesyonel yeterliliği ölçecek bir mekanizma yoktur. Sovyet ekonomisinde üretimde kaliteyi sağlama adına çok sayıda “norm ve standart” belirlenmiş, ancak pratikte Parti kararının “force majeure” olduğu bir ortamda kadro seçimi için bu kriterler asla belirleyici olmamıştır. Objektif başarı ve yetenek kriterleri belirleyici olamadığı için, salt “aygıt” tarafından desteklenme sebebiyle belli sayıda liyakatsiz, yeteneksiz kadro (işçilerin gözü önünde) yönetici olarak işçilerin başına getirilmiştir.
-
Herkese açık, objektif başarı kriterleri niçin konulmadı? Cevap açıktır: Bunların şeffaf, dolayısıyla işçiler tarafından sorgulanmasının haklı ve meşru olduğu bir zeminde, tüm işleri “güvenilir adamları (kim ve ne için güvenilir?) önemli mevkilere getirme”, pratikte de “kendi adamını kollama” mantığı ile yürüten yerel Parti aygıtlarının eli kolu bağlanır, bizzat bu aygıtların etkinliği ve haklılığı sorgulanmaya başlardı. “Partinin önderliği” edebiyatı burada da gelişmenin önünü tıkamıştır.
-
İşçilerin fabrikadaki iş süreçleri hakkında görüş ve eleştirilerini alarak bu süreçleri sürekli yenileme asla söz konusu olmamış, üretim yukardan “emir ve kumanda” mantığı ile sürdürülmüştür. 1990’larda kapitalizm “Toplam Kalite Yönetimi” adı altında, özünde bir aldatmaca olan, ama bir şekilde çalışanlardan fikir ve geri besleme alarak üretimi sürekli yenileme ve geliştirme yaklaşımı ile ciddi bir başarı sağlarken, bu yaklaşımın en tutarlı şekilde uygulanabileceği sosyalist toplumda üretim ilkel “tepeden inme” metotlarla yönetilmiştir.
-
Fabrika içinde kendisine hiçbir şey sorulmayan, herhangi bir müdahale mekanizması olmayan, fabrika dışında da toplumu saran rüşvet ve yolsuzluk olguları ile yüz yüze olan işçinin üretime yabancılaşmasından daha doğal bir şey olamaz. 1930’ların sert “anti-sabotaj” yasalarının olmadığı, iş bulmanın da garanti olduğu bir ortamda işçiler içten içe duydukları tepkiyi işe gelmeyerek, iş içinde disiplinsiz davranarak, kaliteye zerre kadar önem vermeyerek, sadece “yukardan” verilen (çoğu nicel) hedeflerle yetinerek gösterdiler. “Tutkalla tutturulan ayar düğme”lerinin ve “temel çivisiyle çakılan ayakkabı tabanları”nın ardındaki olgu budur.
-
Fabrika yaşantısına aşina olan herkesin bildiği gibi, üretimde bir şeyler ters gittiğinde, bunu ilk hisseden ve gören, bizzat üretim hattındaki işçidir. Teklemeye başlayan bir makine, aşınan bir halat, eskiyen bir depo, süzme yeteneğini yitiren filtreler, bunların hepsi işçiler tarafından görülür. Ancak işçilere “hiçbir şeyin sorulmadığı”, bir şey bildirseler de etkili olmadığı, onların da sonuçta “bana ne” deyip işe devam ettikleri bir ortamda fabrikaların altyapısının hızla eskimesi kaçınılmazdır. Asla şeffaf olmayan fabrika yönetimlerinin üst kademelere ilettikleri parlak raporlar ve grafikler ile hasıraltı edilen bu gerçek, 1970’lerden itibaren sosyalist ülkelerin başına başka dertler açmıştır.
Toplumsal kazanımlar açısında sosyalist, ancak fabrikada üretimin organizasyonu olarak aynen kapitalist yapıyı koruyan bir ekonominin açmaza düşmesi kaçınılmazdır ve ekonomideki temel sorun budur. Sosyalizmi “işçi sınıfı yararına yönetilen bir devlet kapitalizmi” olarak tanımlayan yaklaşım tarihsel olarak iflas etmiştir. Yerine neyi düşünmemiz gerektiği sorusunun ipuçlarından biri, gene büyük Lenin’dedir. Yukarda hatasını belirttiğimiz “devlet kapitalizmi” tanımını yapan Lenin, ömrünün sonlarına doğru sosyalizm için farklı bir tanıma yönelmiştir: “Uygar kooperatifler düzeni”., yani işçilerin her üretim biriminde ele ele vererek ve diğer birimlerle koordinasyon içinde üretimi bizzat yönettikleri ve yürüttükleri bir düzen. Bir fabrikadaki işçilerin diğer fabrikaları düşünmeden kendi işyerlerini yönettiği Yugoslav “autogestion” sisteminden farklı düşünülmesi gereken bu yaklaşım, geleceğin sosyalizmi açısından üzerinde yoğunlaşılması gereken bir konu olarak önümüzde durmaktadır.
“Sosyalist ülkelerdeki fabrika yaşantısı” hakkındaki parantezi, dramatik bir örnekle kapatmak istiyoruz. 1980’lerin sonunda Gorbaçov döneminde SSCB Başbakanı olan Nikolay Rijkov, genç, enerjik ve başarılı bir teknokrattı (sonradan Gorbaçov tarafından harcandı). Rijkov’un popüler olmasını ve yıldızının parlamasını sağlayan unsurlardan biri şöyle aktarılmaktadır: “Rijkov fabrika yönetici olduğu dönemlerde hep yemeklerini fabrikanın yemekhanesinde işçilerle birlikte yiyordu”. Burada gene “şapka uçuran” bir bilgiyle karşı karşıyayız; zira akla hemen şu soru gelmektedir: Rijkov’un işçilerle birlikte yemek yemesi bu denli sıra dışı ve “ayırt edici” bir olay ise “diğer” Sovyet fabrika yöneticileri nerede yemek yiyordu? Cevap bellidir: Tüm kapitalist ülke emekçileri (ister mavi, ister beyaz yakalı olsun) “otoriteyi korumak için mesafe koymak” ve “işçi takımıyla fazla yüzgöz olmamak” için yemekhanede pek seyrek gözüken kapitalist işletme müdürlerinin bu yoz ve kasıntı tavrına yakından aşinadır. Ancak işçi sınıfının bağrından çıkan ve onlarla her alanda omuz omuza olması beklenen bizim Sovyet (ve Macar, ve Bulgar, ve Polonyalı…) işletme müdürlerimiz de, görünen o ki aynı yoz tavrın sürdürücüsü olmuştur. Kapitalist işletmenin evrensel mantığı, bilinen tüm çarpıklıkları ile karşımızdadır ve sosyalist toplumu zehirlemeye devam etmiştir.
Sonraki bölüm: Borç Batağı ve Kaçırılan Bilişim Devrimi
Yazarımızın daha önce yayınlanan yazıları