Ahh Güzel İstanbul : Şöhret arzusunun peşinden modern zamanlara İstanbul’dan bir bakış.

Temiz bir yürekten kopan bir çağrıda neden keder tınısı duydum ? Neden acıyla burkuldu yüreğim ? Eğer bir gün hayatım sana gerekecek olursa gel ve al onu / Anton Pavloviç Çehov (Martı)

Ahh Güzel İstanbul Atıf Yılmaz sinemasının içinde kente göç meselesinin izinden yürüyerek İstanbul’da çarpık kapitalizmin sürüklediği Ayşe Goncagül (Ayla Algan) karakteri üzerinden kadının kente tutunma meselesine odaklandığı filmidir. Ayşe Goncagül, büyük bir kente geniş bir işçi ailesinden kaçarak gelirken yolu onu Haşmet İbriktaroğlu karakteriyle buluşturur. Haşmet eski bir Osmanlı aristokratının oğludur. Günlük geçimini  vesikalık fotoğraf çekerek kazanır. Ayşe Goncagül şöhret olmak bir an önce “köşeyi dönerek” sınıf atlamak derdindeki kadınların prototipidir.

Atıf Yılmaz, halk sinemasının bu nadide örneğiyle değişimin karşısında zorlanan bireyin dramını Haşmet İbriktaroğlu ile verirken, aynı zamanda katı olan herşeyi buharlaştıran modernizmin dönüşüme zorladığı bireyin gülünç,  zaman zaman dramatik hallerini de beyaz perdeye yansıtır. Ayşe Goncagül ile evlenme kararı alan ancak düzenli bir geliri de olmayan Haşmet iş aramak için gittiği bankada bunalır, bir başka arkadaşı ise onu tanımamazlıktan gelir. Alıştığı yaşamın dışında ücretli bir işte çalışmayı içine sindiremeyen Haşmet, kendi kişiliğini bütünleyen bir eski kulübede yaşamını sürdürür. Haşmet karakteri evliliğe bir kadına bağlanmaya kendine özgü  çeşitli nedenlere karşı çıkarken, kendisini var eden mahallenin ve arkadaşlarının dışına çıktığında bocalamaya ve kendine yabancılaşmaya devam eder.

Ayşe Goncagül ise kentte tutunmaya çalışan bu uğurda üçüncü sınıf müzikhollerde şarkıcı olmayı göze alabilen çağın insanı profili çizer. Köyden kente göç eden milyonlarca insandan biri olan Ayşe Goncagül, şöhret olmak isteyenleri sömürenlerin ağına düşer. Atıf Yılmaz, edebiyatta Orhan Kemal’in sıkça işlediği bu konuyu sinemacı yaklaşımıyla irdeler. Çarpık kapitalizmin kentlere yığdığı binlerce insandan biri olan Goncagül, kendisini bekleyen belirsiz akıbetinin kurbanıdır. Bir gece kulübünde işe başladığı sırada karşısında yemek yiyen patrona bakarak imrenir, ancak film boyunca süre giden yabancılaşma etkisi burada da kendini gösterir, gazino patronu yemek ısmarlamak yerine sigara ikram eder.

Geleneksel ile modernin çatışma yer yer uzlaşma halinde olduğu 1960’lı yılların içinden seslenen Ahh Güzel İstanbul filmiyle Atıf Yılmaz, kamerasını bir çok mekanda gezdirirken resim sanatına olan aşinalığını ustaca kullanır. Alan derinliği ve kamera hareketleri filmin estetik boyutunu gözler önüne serer. “Gündüzleri Çorbacı Gece Meyhaneci Rıfkı” tabelasıyla aslında geleneksel ile modernin iç içeliğini anlatmaya çalışır.

Ahh Güzel İstanbul ana ekseni kendini izletmek derdinde olan halk sinemasının bilindik canlı diyaloglarıdır. Filmin melodramatik anlatısını besleyen kayıp duygusu seyirciye geçer. Haşmet İbriktaroğlu karakteri, geçmiş dönemin güzel hatıralarını yad ederken kamera boğazı gösterir. Kayıp duygusu en çok burada belirir, modern çağın ağır baskısı ve dönüştürücü etkisi ile geleneklerin arasında kalan kent ve bireyi izleriz.

Atıf Yılmaz kayıp duygusu ve çarpık kapitalizmin getirdiği yozlaşmayı film sektöründe çalışan bir sinema oyuncusu Şefik karakterinin ağzından dökülen şu sözlerde vurgular “Parası mühim değil rol oynayacaksın dediler, bir de baktık yine figüranlık 40 lira 10 lirasını da figürancıya verdik Raşit Rızali o kadar çalıştıktan sonra gücüme gidiyor vesselam. Kimsenin kabiliyete, bilgiye, tecrübeye, emeğe metelik verdiği yok herkes çabuk şöhretin kolay paranın yoluna bakıyor” Şefik karakteri de tıpkı Ayşe Goncagül gibi aracı-sömürücü grupların kurbanlarından biridir. Atıf Yılmaz’ın Şefik karakteri bu duruma hayıflanırken sarf ettiği “herkes kolay paranın yoluna bakıyor” sözleriyle bugün de devam eden ve başka biçimler alan şöhret olma, sınıf atlama hayalleriyle bunun kışkırttığı güvencesiz çalışma çelişkisinin sinemadaki kökenleri hakkında bir fikir verir.

Ah Güzel İstanbul’da batılılaşmayı yanlış anlamanın eleştirisi, filmin diyaloglarına kendini yansıtır. Tüketim toplumunun ağır baskısı, bunu dengeleyebilecek bir sanayi ve üretimin yokluğunda snoblaşmayı beraberinde getirir. Atıf Yılmaz, Haşmet İbriktaroğlu’nun Ayşe Goncagül’ün hayatına girmesiyle “Böyle düşünen bir sen değilsin maalesef bu da kolay para kovalayanların işine geliyor. Elimizde canına okuyacağımız maskara edeceğimiz bir müzik hazinesi var. Şimdi bu parçalara insanların büsbütün aklını karıştıracak toplumsal sözler de yazdık mı tamam. Sen de çıkar söylersin bu şarkıları” sözleriyle kültürel değişimin ve giderek yozlaşan sanat ve eğlence ortamının bireylere ve onların ürettiği yeni kültüre olan etkisini tartışmaya açar.

Bu kültürel snoblaşma, yerel değerleri özümsemeksizin evrensele ulaşma çabası karikatürize sonuçlar doğurur. Sonraki planda bir orkestrasının önünde köylü kıyafetleriyle şarkı söyleyen Ayşe Goncagül’ün ağzından “dokuz kardeşiz bugün biri sağ bugün o da veremle boğuşur durur”  sözleriyle tezat olacak bir hareketli müzikle yoksulların çektiği sıkıntıların, yabancılaşmış züppe aydın kesimlerinin eğlencesine meze olmasının hazin anlatısını izleriz. Atıf Yılmaz burada aydın yabancılaşmasının yarattığı tahribatı seyirciye naklederken aynı zamanda bu durumun kentsel dönüşümle devam eden bir tarafı vardır.

Haşmet İbriktaroğlu’nun fotoğraf çektiği sahnelerde fonda gördüğümüz İstanbul, eski İstanbul kimliğini yitirerek yıkımlarla 1950’lerde başlayan “Menderizasyon”la kentsel dönüşüm denilen amorflaşma, kimliksizleştirme operasyonuna maruz bırakılan bir kenttir. Kent dönüşürken kent mekanında yaşayan birey de dönüşmektedir. Yükselişe geçen tüketim kültürünü sembolize eden Ayşe Goncagül  ve geleneklerini korumaya çabalayan Haşmet İbriktaroğlu’nun zaman zaman yakınlaşan ve kimi zaman uzaklaşan çatışmalı ilişkisi bu maddi dönüşüme dayanır.

Geçmişin değerlerini korumaya çalışan ancak geleceğe bu değerlerin pek azının geçeceğinin farkında olan Haşmet İbriktaroğlu’nun dramatik çatışmasında somutlaşan şey, Türkiye’nin doğu ile batı arasındaki kalmışlığının bir özetidir aslında. Bu fikri filmin müziklerinde de görürüz Kürdili Hicazkar’dan, Şehnaz Longa’ya, Hicaz Peşrev’den, Ben Bir Küçük Cezveyim’e, Tamara şarkısından Where The Saints Go Marching’e bu kültürel iç içe geçiş filmin modernist tavrıyla örtüşür.

Filmin finalinde bir kent mağlubu Ayşe Goncagül’ün Şimdi ne yapacağız ?” sorusuna cevaben Haşmet İbriktaroğlu’nun söylediği Yaşıyoruz, iki kişiyiz ve birbirimizi seviyoruz. Korkma bu dünyada her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur” sözleri sinemaseverlerin aklına ve yüreğine işlemiş olmalı. Güvencesiz bir dünyada güvence arayan, eski İstanbul’u merak eden kaybedilen masumiyetle bütün renklerin hızla kirlendiği ve birinciliğin beyaza verildiği İstanbul’da birbirine sığınan iki insanın bu öyküsü bugün de sinemasever kuşakları buluşturmaya devam ediyor.

Ümit ÖZDEMİR

Diğer Yazılar

KÖR NOKTADA: SUÇLULARIN TELAŞI YA DA DERİN DEVLET NEYE BENZER ?

Ümit ÖZDEMİR / 08.06.2024 Kör noktada oğlunu bir fail-i meçhul cinayette kaybeden bir Kürt kadınının …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir